Ülkemizin toplumsal dönüşüm sancıları ve çabalarını sadece Cumhuriyet dönemiyle sınırlı görmeyip, Cumhuriyet öncesindeki yenileşme hareketlerine kadar götürmek; günümüzde varolan tartışmalara, gelişmelere, değişim taleplerine ve bu taleplere direnen mekanizmalara daha sağlıklı bir bakışla eğilmemizi ve sağlıklı tesbitler yapmamızı, sonuçlar almamızı mümkün kılacaktır.
Yenileşme ve değişim talepleri ve çabaları her zaman sancılı olmuştur ve oluyor. Değişen dünyada kendi ayakları üzerinde durabilmek için ortaya konulan refleksler hemen karşı refleksleri de doğuruyor ve sıkıntı da bu noktada başlıyor. Hemen statükoya yapışma refleksleri harekete geçiyor ve değişime direnme bir varoluş tarzı olarak ortaya çıkıyor.
Ülkemizin son aylarda şahit olduğu olağandışı gelişmelere bir de bu bağlam içerisinde baktığımızda; bir tarafta değişim ve yenilenme talepleri, diğer tarafta her ne pahasına olursa olsun (darbe girişimi, hukuk dışılık, vs.) statükonun muhafızlığına soyunan bir kesim… Soyunmakla da kalmayıp, ülkemizin siyasî, sosyal, ekonomik istikrarını tahrip etme pahasına kendilerini statükoyu korumakla “görevli” addedenler…
Türkiye, toplumsal tarihinde bunları çok gördü, yaşadı ve büyük bedeller ödedi. Bugün de birileri Türkiye’ye bu “eklem ağrıları”nı yeniden yaşatmak ve bitkin düşürmek için çabalıyor, harekete geçiyor. Ancak Türkiye bu çağdışı “marka”yı artık tanıyor ve itibar etmiyor. Çünkü Türkiye artık “kendine güven”in, “sağduyu”nun, “ortak akıl”ın egemen olmaya başladığı, kendi dinamiklerini harekete geçirecek bir ülke görüntüsü veriyor…
Virüslerin sağlıklı bünyeye musallat olmaları gibi, Türkiye ne zaman yaralarını tedavi etse, ne zaman sorunlarını çözüm kulvarına girse, ne zaman kara deliklerini yok etme çabası gösterse, ne zaman temizlenme iradesi gösterse bu “virüs”ler harekete geçiyor ve gövdeyi bitkin düşürmeye çabalıyor. Ama Türkiye “ifrazat”larını atma çabası göstermeye başlamıştır. ‘Sivil toplum refleksleri’nin ortaya konulduğuna tanık oluyoruz. Dünya siyasi tarihine “periyodik darbeler ülkesi” olarak geçen Türkiye’de 1960’lardaki, 1970’lerdeki, 1980’lerdeki, 1997’lerdeki antidemokratik kırılmaların uzantılarına “hayır !” diyen ve bu “hayır!”ı demokratik eylem ve refleksleriyle ortaya koyan sağduyulu bir toplum var.
Türkiye 80’lerden bu tarafa, özellikle de 90’larda hız kazanan bir ivme ile “değişmek için çabalıyor”, terliyor, efor sarfediyor. Birileri de ısrarla, inatla Türkiye’yi “yerinde saydırmak” ve geriletmek için zorluyor.
Aslında bu tarihî mücadele sivil toplumun kendisi ile toplum mühendisleri arasında cereyan ediyor. Anlayamadıkları şu: Artık toplum mühendisliği meslek olarak piyasada kalmamıştır; toplum nazarında itibarını yitirmiştir. Halâ geçersiz bir mesleği icra etmeye çabalayanları toplumumuz doğal ayıklanmayla toplum dışına itecektir ve itmeye başlamıştır.
Türkiye’yi toplumsal gerilime sokma nöbetine tutulanlar,
Türkiye’yi darbelere hazır hale getirmeye çalışanlar,
Türkiye’yi özürlü, defolu bir üçüncü dünya ülkesi yapmaya gayret edenler,
Türkiye’yi bölgesinde ve dünyada inisiyatif sahibi olmasının önünü tıkamak isteyenler,
Türkiye’yi halkından koparıp, halkın güven kaybını kışkırtıp bitkin düşürmek ve ‘sahipsiz’ bırakmak isteyenler,
“Sağduyu”nun ve “ortak akıl”ın egemen olduğu bir Türkiye görüntüsü karşısında kahrolmaya başlamışlardır.
Toplumu laik-şeriatçı şeklinde ayrıştıracak ve birbirleriyle çatıştıracak şartları oluşturma cinnetine/psikozuna tutulanlar için demokrasi, özgürlük ve insan hakları kavram olarak bile tahammül edilemeyecek değerlerdir.
Halkı “kendi haklarına sahip çıkma rüşdüne eremez” görenlerin halktan gelen bu doğal reflekslere tahammülsüzlükleri, artık “miad”larının dolduğunu göstermektedir. Kendi halkından tedirgin olanların, halkın değerlerine cephe alanların/açanların kahrolacakları üç kavram: Özgürlük, demokrasi ve hukuktur. Onun için de var güçleriyle özgürlük ortamının gelişmemesi ve hukuk devletinin var olmaması için çabalamaktadırlar. Ancak deniz bitmiş, kara görünmüştür.
Kendilerini “ülkenin sahibi”, halkı da sürekli terbiye edilmesi gereken ‘cahil kitleler’ ve kontrol altında tutulması gereken “maraba” olarak görenlerin imtiyazlarının ellerinden gitme korkusuyla paniklemelerini çok iyi anlıyoruz. İmtiyazlarını garantiye alma telâşıyla her türlü provokasyonlar bu çevrelerin can simididir. Türkiye son günlerde yaşadığı ve kod adları “atabeyler”, “sauna”, “sarıkız”, “ayışığı”, “eldiven” ve en son “ergenekon” olarak ortaya çıkan çeteleşme ve darbe girişimciliği bu çevrelerin ürünüdür. “Susurluk aydınlansın” diye ayaklananlar, sokaklara çıkanlar bugün “Ergenekon kapansın” telaşı içerisinde ise “temiz devlet-temiz toplum” yolunda aşılması gereken birçok engel daha var demektir.
Unutmamamız gereken temel gerçek: Devlet, millet için vardır ve milletin taleplerinin karşılanacağı aygıttır/organizasyondur. Bu organizasyonu kendi imtiyazlarının garantisi için halka karşı kalkan yapmaya çalışan darbeci azınlık 21. yüzyıl Türkiye’sinde halâ nasıl varolabiliyor?
Orduda üst düzey görevler yapmış generallerden işadamlarına, gazetecilerden akademisyenlere kadar birbirleriyle doğrudan ilgi kurulması mümkün olmayan insanların Türkiye’yi bir kaos çemberine sokma ittifaklarının yargıya intikal ettiği şu günlerde Türkiye daha çok demokrasiye, daha çok hukuka, daha çok sağduyuya, daha çok “ortak akıl”a ihtiyaç duyuyor.
Türkiye’nin artık vazgeçilmez bir biçimde safralarını atma noktasına geldiğini ortaya çıkarmıştır. Türkiye bu “safralar”la meşgul oldukça, temel ve kronik meselelerini ötelemek zorunda bırakılıyor. İnanıyoruz ki, Türkiye bütün safralarını atacaktır. Bu süreçten sağlıklı çıkacaktır, çıkmaya da mecburdur. Çünkü Türkiye devlet ve toplum olarak, nerede “durduğu”na ve “duracağına” doğru karar vermek istiyor. Eski, yorgun, sertleşmiş, esneme kabiliyeti olmayan raylar artık Türkiye’yi taşıyamıyor.
Adından başka sivil duruşu olmayan sivil toplum örgütlerinin ve siyasi çevrelerin halâ toplum mühendisliğini ve darbe kışkırtıcılığı yapma ve darbecilere arka çıkma tavırlarını demokrasiyi hazmedememek olarak telakki ediyoruz.
Türkiye; içerisinden geçmekte olduğu bu temizlik ve hukuk koridorundan temizlenerek çıksa bile 12 Eylül anayasası bütünüyle değiştirilmedikçe, tartışmalar, antidemokratik gelişmeler ve yapılanmalar gündemimizi işgal etmeye devam edecektir.
Ülkemizin zaman kaybetmeye tahammülü yoktur.
Herşeye rağmen, temiz devlet, temiz toplum umudumuz devam ediyor.
Nasıl ki insan kendinden kaçamıyorsa Türkiye de “KENDİ GERÇEĞİ”ne dönecektir.
Mahmut ARSLAN
Hizmet-İş Sendikası Genel Başkanı ve
Hak-İş Konfederasyonu Genel Başkan Yardımcısı
e-posta: gb@hizmet-is.org.tr
Not : Bu makale, Hizmet-İş Sendikası’nın 3 ayda bir yayınlanan periyodik yayın organı olan “HİZMET-İŞ” Dergisi’nin “2008/III, Yıl:19, Sayı:129″in sayfa 2-3’te yayınlanmıştır.</b>