157 sayfadan, 2 bölümden ve EKLER’den oluşan kitabın yazarı, Sendikamız Genel Başkan Ekonomi Danışmanı Dr. Ahmet ATILGAN.
“TÜRKİYE’NİN KRİZ EŞİĞİ DIŞ AÇIK RAPORU” adlı yeni yayınımız çıktı. Sendikamız Genel Başkan Ekonomi Danışmanı Dr. Ahmet ATILGAN tarafından kaleme alınan kitap, 157 sayfadan, 2 bölümden ve EKLER’den oluşuyor.
Adı geçen akademik yayının “ÖZET VE SONUÇ” başlığını taşıyan ilk sayfalarında, cari işlemler açığını azaltmak veya hiç olmazsa artışını önlemek için, ihracat sektörünün ara mallar ithalatındaki avantajlarını karşılayacak önlemlerin alınması gerektiği hatırlatılarak bu bağlamda ithalat yerine yerli ara mallarının kullanılması gerektiği öneriliyor.
Genel Başkanımız Mahmut ARSLAN’ın sunuş yazısı ile başlayan yayının “2001 ve Sonrasında Türkiye” adlı birinci bölümünde, IMF ile ilişkiler, Şubat-2001 krizi, istikrar açısından iyiler ve kötüler değerlendiriliyor.
“TÜRKİYE’NİN KRİZ EŞİĞİ DIŞ AÇIK RAPORU” adlı kitabın ikinci bölümü, ” Finansal Kriz Olayları ve Ülke Örnekleri” başlığını taşıyor. Bu bölümde Meksika, Güneydoğu Asya, Rusya, Brezilya ve Arjantin’de yaşanan krizlere dair tespitlere yer veriliyor.
SUNUŞ
Bir ekonomik kriz önce işçileri vuruyor. Bir kısmı işsiz kalıyor, işini koruyabilenler de reel ücretlerinde daralma ve kazanılmış haklarında gerilemeye maruz kalıyor. Bu sebeple bizler ülke ekonomisinin iyi yönetilmesi konusunda özel bir dikkat sahibiyiz.
Türkiye ekonomisi büyüyor. 1950’den bu yana, 1950-53 arası hariç, hızlı büyüme gerçekleşen bütün dönemlerin ortalamasından daha yüksek bir yıllık ortalama ile büyüyor. ‘50-53 döneminin yıllık ortalama %11.3’lük büyümesinde de tarımsal üretim ve dış talep şartlarının büyük payı vardır. Bu itibarla 2002-2006 dönemindeki büyüme gerçekten hızlı.
Diğer yandan, bu hızlı büyüme, enflasyonda hızlı bir düşüşe tekabül ediyor. Enflasyon TEFE’de %68.5’ten TÜFE’de %88.6’dan %10’un altına indi. Üstelik enflasyon dünya enerji ve hammadde fiyatlarındaki önemli artışlara rağmen düştü.
Gelir dağılımı nispeten iyileşiyor. 2002’den itibaren her yıl yapılmakta olan gelir dağılımı araştırma sonuçları, milli gelirin dağılımında alt gelir grupları lehine, yavaş da olsa, bir iyileşmeyi ortaya koyuyor.
Bunlar iyi göstergeler. 2002’den beri, Irak Savaşı ve 2006 Mayıs-Haziran aylarındaki dalgalanma benzeri olayların tahrik edip durduğu kriz korkularına rağmen, herhangi bir kriz gelişmemesi de bir başarı ölçütü sayılabilir.
Buna mukabil, birbirini destekleyen 2 gösterge bize endişe veriyor. Dış ticaret açığı/toplam dış ticaret oranı ve cari işlemler açığı/GSMH oranı gitgide büyüyor. Aşırı değerli ulusal para ve yüksek faizler bu sonucu yaratıyor ve hızlı büyüme, bir bakıma, bir dış dengesizlik dinamiği gibi, ekonomimizin riskini yükseltiyor.
Bu çalışmayı inceleyenler görecekler ki, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslarüstü finansal düzenleyicilerin destek ve övgüleri asla gerçeği yansıtmıyor. Onlar kalkınmakta olan ülkeleri öve öve bitiriyorlar. Güney Asya’da böyle yaptılar. Brezilya’ya ve Arjantin’e böyle yaptılar. Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizleri IMF’nin Türkiye’de uygulanan yanlış programlarının sonucudur. O krizlerden sonra IMF Türkiye’yi daha kontrol edilebilir hale getirmiştir. Şimdi, 2007 ilkbaharında, IMF’nin ve Dünya Bankası’nın destek ve övgüleri, bizde, “acaba Türkiye’de bir ekonomik kriz koşulları mı gelişiyor?” sorusunu vurgulu hale getiriyor.
Böyle bir ihtimal var mı, yahut, bu ihtimal ne kadar ciddi? Bu sorunun cevabını almak için Dış Açık Raporu’nu hazırlattık. Raporda da ifade edildiği gibi, Türkiye bu trendde devam edemez. Bir düzeltme hareketine kesin ihtiyaç var. Bu düzeltmeyi ya ekonomi otoriteleri yapar, yahut da piyasalar yapar. Piyasalar panikleyinceye kadar fırsatlardan yararlanma stratejisi izledikleri için, yaptığı düzeltmeler, kayaya toslar gibi, hep sert olur. Yabancı sermaye kaçar, borsa dibe vurur, faizler fırlar, ulusal para çöker, işsizlik yayılır. Bunu istemiyoruz.
Siyasal istikrarı pekiştirdikten sonra, trendi düzeltecek bir yeni politika kurgusunu uygulamaya koymak gerekiyor.
Dış Açık Raporu’nu sosyal sorumluluğumuzun bir gereği olarak hazırlattık. Kimsenin takdirini almak veya kimseye muhalefet etmek niyetimiz yok. Cari açığın doğrudan yabancı sermaye ile finansmanı sağlıklıdır. Bu yöndeki gayretler yatırım alanı arayan petrodolarların Türkiye’ye gelmesini sağlayabilir. Ancak, bunun karşısında ciddi bir mani var. “Ne Arab’ın eli ne Şam’ın şekeri” anlayışındakilerin yoz yaklaşımı petrodolarların önünü kesebilir. Türkiye’deki portföy sermayesi stok ve nitelik olarak bir risk kaynağıdır. Amerikan Merkez Bankası gösterge faiz oranlarını 25-50 baz puan arttırdı mı arttıracak mı diye korkulu rüya görmektense, cari açığın bir kısmını portföy sermayesi ile finanse etmekten kurtulmak lazım.
Bir şeyi iyi anladım: Finansal krizler küresel güçlerin yeni oyunlarından birisi. Arjantin’de bir kriz, Brezilya’da bir kriz, tamam; bütün Güney Amerika’da küresel patronların kontrolü güçleniyor. Hugo Chavez durmasın Amerika’ya kafa tutsun.
Dış Açık Raporu ve eki küresel güç oyununun finansal boyutunu çok iyi açıklıyor. Üzerinde kafa yormaya değer bir konuda yararlı bir çalışma sunduğumuza inanıyorum. Bu raporu ilgili tüm tarafların dikkatine sunmaktan mutluyum.
Mahmut ARSLAN
Genel Başkan
Kitaba Dair Temel Bilgiler:
Yayının Adı : TÜRKİYE’NİN KRİZ EŞİĞİ DIŞ AÇIK RAPORU
ISBN : 978-975-98757-7-0
Yazarı: Dr. Ahmet ATILGAN
Hizmet-İş Sendikası Yayınları Yayın No: 40
Akademik Araştırmalar Dizisi: 2
Sayfa Sayısı: 157
Hazırlık : Remaksa Ltd. Şti.
Baskı : Önder Matbaacılık
Yayın Dönemi: Nisan – 2007
“TÜRKİYE’NİN KRİZ EŞİĞİ DIŞ AÇIK RAPORU” adlı yeni yayınımızın “Özet ve Sonuç” bölümünü sunuyoruz:
ÖZET VE SONUÇ
Amerika bütün dünya fiyatlarını değiştirebilecek güçte bir ekonomiye sahip. Dünyada 2700 milyar dolar tutarında döviz rezervi Amerikan doları olarak tutuluyor. Bundan daha önemlisi, dünyadaki kontratların pek büyük bir çoğunluğu dolar üzerinden yapılıyor. Dünyanın en fazla bilgi ve teknoloji üreten ülkesi Amerika. Yani, biraz alaylı bir ifadeyle, elinde kaldıraç olsa, dünyanın yörüngesini değiştirebilir. Buna rağmen cari işlemler açığı/GSYİH oranının 2006’da %6.4’e, 2007’de %6.7’ye çıkacağı tahminleri dünya ekonomisinde önemli bir dengesizlik faktörü olarak görülüyor.
Türkiye’nin cari açığı, oran olarak, Amerika’dan daha büyük. Üstelik, cari açığın dinamiği düşük döviz kuru. Dışarı mal sattıkça cari açığı kuvvetleniyor. Dış ticaret açığı/toplam dış ticaret oranındaki değişmeler bunu açıkça gösteriyor. Bu son rakamlar ihracatın dışarıya bağımlılık oranının gitgide daha fazla arttığını göstermektedir. Cari açığın temel sebebi budur. Ekonomik büyümenin yeterli istihdam yaratmamasının sebebi de budur. Türkiye ekonomisi ithalat yaptığı ülkelerde istihdam yaratmaktadır. Öyleyse, bu dengesizlik kaynağından kurtulmak için, bir an önce politik bir düzeltme yapmak gerekiyor.
Fakat Türkiye, üstünlüğü rakibine kaptırmış bir satranç oyuncusu gibi, bir türlü dengesini bulamıyor; bıçak sırtında tutunmaya çalışıyor.
Cari açık-yüksek faiz, hali hazırda, Türkiye ekonomisinin patinaj noktasıdır. Cari işlemler açığını azaltmak için Türk parasının aşırı değerlenmekten kurtulması lazım. Bunun için de faiz oranları düşürülmelidir. Faiz oranlarını düşürme önerileri ise ihtiyatla karşılanıyor. “Acaba sermaye çıkışı şeklinde bir dalgalanma meydana gelir mi? Enflasyon yeniden hızlanır mı?” soruları ortaya geliyor. Öyle görünüyor ki, bu çıkmazdan kurtulmak için, önce siyasal istikrarı pekiştirip ondan sonra yeni bir politika uygulamak gerekecek.
2000 yılında uygulamaya konulan istikrar programı, döviz kuru düşük değerli olmasına rağmen, ayarlanabilir sabit kur politikasına istinat ettirildi. İstinat duvarı çürük olduğu için de 11. ayında çöktü. Arkasından dış kredi yaması ile aynı politikanın sürdürülmeye çalışılması ekonomi bürokrasisi ve politik otoritelerin ekonomik politika kurgulama ve uygulama yetkinlikleri ile alakalı bir sorundur. Döviz kurunun enflasyonu önlemek için bir referans gösterge olarak kullanılması yöntemi daha evvel Brezilya’da ve Arjantin’de uygulanmış, enflasyonu önlemekte etkin olmuş, ancak orta-uzun vadeli denge bozucu etkileri şiddetli krizler doğurmuştu. Bu deneyimlere rağmen IMF’nin Türkiye’de aynı yöntemi tekrarlaması, “stratejik” görünüyor.
18 Aralık 2000 tarihli niyet mektubuna göre, 2001 yılında 6-7 milyar dolarlık özelleştirme yapılacaktı. Bununla ilgili takvim yapılmıştı. El konulan bankalar satılacak, yeni bir bankacılık düzenlemesi yapılacaktı. Faizlerin yükselmesi iç talebi daraltır hesabı ile, 2001 yılı enflasyon hedefi yine %12 idi. Kur ve gelirler politikaları aynen korunacaktı. Cari işlemler açığı GSYİH’nın %3.5’ini geçmeyecekti. Büyüme yavaşlayacaktı. 9 Aralık 1999 tarihli niyet mektubunda kamu harcamalarının daraltılması öncelenmiş iken, bu husustaki önlemler GSYİH’nın %0.5’i seviyesinde bir harcama azalışı ile sınırlı kalınca, bu kez, vergi gelirlerinin arttırılmasına öncelik verilecek, geçici vergiler uzatılacaktı. Para politikası kısmen sterilizasyonu mümkün kılacak şekilde esnekleştirildi. Eğer yabancı sermaye girişi beklenenden fazla olursa parasal gösterge tavanları aşağı çekilecekti. Böylece faiz oranlarının hızla düşmesi önlenecekti.
Başlangıç programının aksine, yeni niyet mektubu ile, para piyasalarında birazcık sterilizasyon imkanı tanınmıştı. Bu esneklik acaba niçin program başlangıcında sağlanmamıştı? Oysa, faizler yönetilebilir olsaydı, hızla düşerek dengesizlik yaratmayabilirdi.
Niyet mektubundaki beklentiler gerçekleşmedi. Krizin şiddetlenerek dönmesi için 75 gün yetti. Şubat 2001 krizi o kadar şiddetli oldu ki, dolar cinsinden fert başına gelir 2965 dolardan 2123 dolara düştü. Bu rakam ‘94 kriz yılındaki rakamdan bile 61 dolar daha aşağıdaydı.
Siyasi edebiyata geçen kitap fırlatma hadisesi yaşanmasaydı kriz çıkmayabilir miydi; veya, krizin sebebi Cumhurbaşkanından gördüğü yakışıksız davranışı bir siyasal kriz olarak nitelendiren Başbakanın o durumu açıklaması mıdır? Eğer piyasalar güven içerisindeyse cumhurbaşkanı ile başbakan düello yapsa bile ekonomide etkin bozulmalar olmaz. Nitekim, Haziran 2002’de gerçekten siyasal kriz çıktığı halde ekonomik göstergelerde belirgin bir bozulma olmamıştır.
19 Şubat 2001’de Başbakan Cumhurbaşkanı ile aralarında çıkan tartışmanın bir siyasal kriz olduğunu söylediğinde, ekonomi zaten yüksek gerilim altındaydı. Ocak ayında enflasyon TEFE’de %2.32, TÜFE’de %2.51 olmuştu. 1 yıllık devlet iç borç senetlerinin reel faizleri, hedef enflasyona göre hesaplandığında, %45.6; bankalar arası para piyasasında günlük borçlanma reel faizi ortalama %27.4 idi. Döviz kuru bir önceki yılın Ocak ayına göre TÜFE üzerinden %20.7, TEFE üzerinden %23.7 düşük değerlenmişti. Bu gerilime dayanabilecek bir ekonomi yoktur.
IMF bir kez daha görmüştü ki/göstermişti ki, enflasyonu önlemek için bir ulusal parayı bir dövize sabitleyip sabit döviz kurunu referans olarak kullanmak doğru bir politika değildir. Üstelik IMF, Türkiye uygulaması ile, ülkeyi tamamen kontrol altına alınabilecek duruma getirmişti.
Dengesizlikler derinleşiyor, IMF’nin kredi desteğine ihtiyaç büyüyor, Atlantik ötesinden Türk ekonomisini yönetmenin yeterli olmadığı görülüyordu. Dünya Bankası Başkan Yardımcılarından Kemal Derviş geldi, bir süper bakan olarak, yasama dahil, fiilen tüm ekonomik yetkileri kendisinde topladı ve olağanüstü medya desteği ile 2 Martta çalışmaya başladı.
Kasım ve Şubat krizlerinde istikrar programının kurgu yanlışı çok etkin olmuştur. Bu besbelli. Program 14 ayda ve 75 gün ara ile 2 kez patlamıştır. Ancak, daha detaya girildiğinde, bu kriz, bir yolsuzluk krizidir. Kamu kaynaklarına elkoyan veya kamu otoritesinin arkasına saklanarak yolsuzluk yapan çevrelerin aşırı bozulmasına sebep oldukları finansal dengesizlikler birbirini destekleyerek Türkiye ekonomisini çok şiddetli bir krize sürüklemişlerdir. Hadise dışarıdan da böyle görülmüştür.
Kemal Derviş yeni bir ekonomik program hazırlamakta, görünüşe göre, hiç acele etmedi. Mart-Nisan ayları hazırlıkla geçti ve yeni ekonomik programın çerçevesini çizen yeni niyet mektubu 3 Mayıs 2001’de IMF’ye sunuldu. Yeni program, dalgalı kur sisteminin gerektirdiği bazı para politikası düzenlemeleri, maaş ve ücretler konusunda geliştirilmiş sosyal diyalog, bankacılık sektöründe yapısal reformlar gibi araçlar içeriyordu. Mayıs’tan Kasım’a 2 kez revize edilmesine rağmen, program hedefleri tutturulamadı.
İstikrar programı bir türlü tutarlı ve gerçekçi bir kurguya kavuşturulamamıştı. Bu yüzden, 17. stand-by anlaşmasının bitmesine daha 1 yıllık bir süre olmasına rağmen, yeni bir stand-by anlaşmasına temel teşkil etmek üzere, 18 Ocak 2002’de yeni bir niyet mektubu yazıldı.
Kısaca, bu yeni niyet mektubu, dalgalı kur rejimine geçilmesinin bir gereği olarak, para politikası araçlarının nasıl kullanılacağını ve enflasyon hedeflemesine geçileceğini, ayrıca, kamu hizmetlerinde reform yapılacağını açıklıyor, IMF’nin yeni bir kredi desteğine ihtiyaç bulunduğunu bildiriyordu. IMF 4 Şubatta anlaşmayı onayladı. Türkiye’ye 10 milyar doları 2002 yılında olmak üzere, 3 yıl içerisinde yaklaşık 16 milyar dolar ilave kredi verecekti.
2002 yılından beri, yüksek büyüme hızlarının, düşen veya hızlanmayan enflasyon oranları ile birlikte gerçekleşmesi, ülke ekonomisinin gücünü göstermekte, geleceğine ilişkin beklentileri yükseltmektedir. Orta-uzun dönemde büyüme ile enflasyon arasında tersine bir ilişki vardır. Onyıllarca enflasyon içerisinde büyümeye çalıştıktan sonra, şimdi, enflasyona ilişkin bilimsel yaklaşım ve politikaların da kökten değiştiği bir dönemi izleyerek, enflasyon yapmadan büyümeyi başarmak az başarı değildir.
Fakat büyümenin kaynağına iyi bakmak lazım. 2001’den 2006’ya istihdam edilenlerin sayısı 1 milyon 285 bin kişi artmış, istihdam oranı %2.4 düşmüştür. Düşük istihdam ve yüksek işsizlik oranları ekonomik büyüme ve sosyal politika açısından önemli zaaf noktaları olarak görünmektedir. Her yıl 15 ve yukarı yaşta nüfusa ortalama 725 bin kişi katılmaktadır. Yüksek büyüme hızlarına ulaşıldığı son 5 senede yaratılan istihdam, çalışabilir nüfustaki artışın sadece %35.4’üne karşılık gelmektedir. Toplam yatırımlar, hala, GSMH’ya oran olarak, 1997 yılı değerlerinin altındadır. Türkiye’de ekonomik büyüme dış borçlanmaya ve yabancı portföy sermayesine dayanmaktadır. Hesap ortada: Dış borçlar 2002-2006 arasında yaklaşık 80 milyar dolar artmıştır. Bu dönemdeki net portföy sermayesi girişi 30.7 milyar dolardır. Bunların toplamı 2006 yılı GSMH’sının %27.5’ine tekabül etmektedir. Son 5 yıllık kümülatif büyüme ise %43.2’dir. Bu durumda, son yıllarda, imalat sanayinde çalışılan saat başına yıllık ortalama %7 civarındaki verimlilik artışına rağmen, büyümenin istihdam yaratmamasına şaşmamak lazım.
Dış ticaret açığının toplam dış ticarete oranı, ülke aleyhine, gayet belirgin biçimde değişmektedir. Bu oranlar 2002’de %17.68, 2003’te %18.94, 2004’te %21.39, 2005’te %22.76 ve 2006’da %23.38’dir. Rakamlar ihracatın dışarıya bağımlılık oranının gitgide daha fazla arttığını göstermektedir. Cari açığın temel sebebi budur.
Düşük değerli döviz kuru Türkiye ekonomisini zorlamaktadır. Burgaç buradadır. Bu konu tartışıldığında, enflasyonu önlemek için para politikasının kullanılması ile bir döviz kuru hedefinin birlikte güdülemeyeceği belirtilmektedir. Ancak, para politikası aracı olarak hangi faiz oranının hangi enflasyon düzeyine karşılık geldiği, büyük ölçüde, izlenen para-maliye politikalarına duyulan güvene bağlıdır. Daha yüksek bir güven ortamında, enflasyonu kaydırmadan, faizleri düşürerek ulusal paranın aşırı değerlenmesini gidermek veya azaltmak mümkündür. Yüksek faiz-düşük döviz kuru burgacından çıkmak için, faiz oranlarını, kamuoyu ile etkin bir iletişim içerisinde, döviz kurunu baskılamayacak düzeylere doğru çekmek gerekir.
Türkiye, cari işlemler açığı, dış borcu, iç borcu, yüksek faiz oranları, bu oranların çektiği portföy sermayesi ve yüksek değerli ulusal parası ile bu büyüme hızında ve işsizlik oranlarında devam edemez. Büyüme hızında bir düşme, dış fiyatlarda bir yükselme, enflasyonda bir kayma, uluslar arası likiditede bir daralma, gelişmekte olan piyasalarda bir kriz, ülkede bir siyasal gerginlik, AB veya Amerika ile ilişkilerde bir bozulma gibi çok sayıda risk faktörü, kriz beklentilerini hep hesapta tutmasını gerektirmektedir. Yüksek değerli ulusal para, yüksek cari açık ve yabancı portföy sermayesi akımı arasında sıkıştığı kapandan kurtulmak için ekonomi politikasını yeniden kurgulamalıdır.
Dünya Bankası, AB ve IMF’nin övgüleri ülke ekonomilerine rekabet gücü, istihdam ve gelir artışı olarak yansımıyor. ‘90’lı yıllar boyunca gelişen çok sayıda kriz gösterdi ki, küresel güçlerin övüp durdukları konjonktürler, gerçekten, bir güvenirlik durumunu ifade etmiyor. Türkiye önemli bazı ekonomik ve parasal göstergelerinde kriz öncesi seviyeleri aşamamıştır. İşsizlik, istihdam ve işgücüne katılma oranları böyledir. Toplam iç borç/GSMH oranı, cari açık/GSMH oranları da böyledir. Tayland kriz tahminlerinde anlamlı çıkan net döviz rezervleri/GSYİH oranı 2001’deki %20.46 seviyesinden 2002’de %20.83’e çıkmış, sonraki yıllarda iniş-çıkışlarla 2005’te %18.99 olmuştur. Devlet iç borç senetleri beklenen reel faiz oranları Kasım 2006 itibariyle hemen hemen Kasım 2001 düzeyindedir. Faizlerin ekonomik-parasal önemi dikkate alındığında, bu değişmeyi bir risk göstergesi olarak not etmek gerekiyor.Buna mukabil, ekonomiye güveni yansıtan diğer bazı göstergeler iyi yönde değişmektedir. Banka mevduatlarında yabancı para/toplam mevduat oranları ulusal paraya güvenin güçlenmekte olduğunu göstermektedir. Bankaların net dış pozisyonları kur krizine ilişkin belirgin bir risk içermemektedir. MB rezervleri/kısa vadeli dış borç stoku oranı, kriz yılı 2001’de 1.21 iken, 2002’de 1.71’e yükselmiş, 2003’te 1.53’e, 2004’te 1.19’a inmiş, 2005’te 1.43, 2006’da 1.53 olmuştur. Burada da bir nispi iyileşme görünüyor. Doğrudan yatırım gelirlerindeki büyük artış dış borçlanma ihtiyacını azaltmıştır. Risk primleri (spread) düşüyor. Risk primlerinin krizler açısından güvenilir bir öncü gösterge olmadığı belirtiliyor. Bu göstergedeki değişmenin hakim ekonomilerdeki likidite koşullarına bağlı olması veya benzer koşullara sahip başka ülkelerdeki yükselen riskleri yansıtması mümkün görülüyor. Yine de, risk primindeki değişmeler yatırımcı davranışlarındaki değişikliklerin göstergesi olarak değerlendirilecek olursa, Ocak 2003’te 700 baz puan olan risk primi, Ocak 2004’te 300’e düşüyor; yıl içerisinde yukarı-aşağı doğru dalgalanıyor, yıl sonunda 200’e doğru iniyor. 2005’te hafif dalgalanmalarla 95’e iniyor. Temmuz 2006’da 190’a doğru çıkıyor, yıl sonunda 40 baz puana kadar düşüyor. Fakat 2002-2005 arasında ulusal para döviz karşısında %35.2 oranında değerlenmiştir. 2006 yılında da bu değerlenme sürmüştür. Cari işlemler açığının 31.5 milyar dolara çıkması, aşırı değerli ulusal paranın ihracatı zorlaştırmasından kaynaklanıyor. Ekonomide dengesizlik yaratan belirleyici (determinant) değişken düşük döviz kurudur. Tek başına bu değişken kuvvetli bir risk dinamiğidir. Her şeye rağmen ihracatın artması, büyük ölçüde, 2002-2005 döneminde %32.41 oranında artan ve 2006’da da artmaya devam eden imalat sanayiindeki kısmi verimliliğe ve reel ücretlerin ekonomik büyümeden pay alamamasına dayanmaktadır. İmalat sanayi üretimde çalışılan saat başına reel ücret endeksi, 1997 yılı 100 sayılmak üzere, 2001 kriz yılında 95.1 iken 2006 yılı 3. çeyreğinde 93.4’tür. Bunun yalınkat anlamı şudur: Ülke işçilerinin reel ücretleri artmıyor; ama, onların artan bir verimlilikle ürettiği zenginlik, faizler yoluyla başka ülkelerdeki rantiyeye aktarılıyor. Yüksek faiz oranları ve yoğun portföy sermayesi girişi döviz kurunun yükselmesini önlemekte, ekonomide dış dengesizlik yıldan yıla şiddetlenmektedir.
Türkiye kriz faktörleri bakımından nasıl bir fotoğraf veriyor? Buna bakmakta fayda var:
Kamu açığı azalıyor. 2006 yılı konsolide bütçesi Kasım ayında fazla verdi. Kısa vadeli angajmanlarını karşılayacak rezervleri fazlasıyla var. 2006 3. çeyrekte kısa vadeli dış borç toplamı 43.3 milyar dolar, Merkez Bankası rezervleri 58.5 milyar dolar idi. Borsa endeksi aşırı yüksek değilse bile, piyasadan çıkışı karlı kılacak düzeydedir. Esas riskler cari açık, banka ve şirketlerin dış borçları ile ilgili. Döviz kurundaki sert bir dalgalanma bütün hesapları tersyüz edebilir.
Emek verimliliğini ve toplam faktör verimliliğini yükseltmek gerekiyor. Bu ise bilgi, organizasyon ve kültür işidir. Bir verimlilik kültürü yaratılmalıdır. Japonya’nın 60’lı yıllar boyunca kalite kültürü yaratmaya çalıştığı ve ulaştığı kalite ile ‘80’li yıllarda Amerikan pazarlarını ele geçirdiği gibi. Verimlilik kültürü yaratmak bu çabayı popüler düzeye indirmekle olur. Kısa dönemde verimliliği yükseltecek bir etken olarak mafyalaşmayı çökertmek gerekiyor. Mafya, ele geçiremediği faaliyet alanlarında da bir referans ve karar girdisi olarak, verimliliği düşürmektedir. 90’lı yıllarda Rusya’da ekonomiyi mafyanın çökerttiği ifade edilmektedir.
Kısa dönemde cari işlemler açığını azaltmak için, sermaye hareketleri üzerine kontrol uygulamak, aslında, önceden açıklanan bir önlem olması şartıyla, yerindedir. Böylece ülkeye daha az ve volatilitesi düşük (kaçış hızı düşük) portföy sermayesi gelir. Ulusal para daha az değerlenir ve ülkenin ithalatı şişmez, ihracatı kolaylaşır, cari işlemler açığı azalır. Yabancı sermaye kaçış riski de düşük olur. Ama küresel sermayenin gücü bu önlemi engellemektedir. AB ve IMF şiddetle karşı çıkmaktadır. Tayland 19 Aralık 2006’da bu önlemi uygulamaya koyduğunu açıkladı, borsa anında %15 değer yitirdi, dünya borsaları aşağı döndü, ertesi gün uygulama durduruldu. Şimdilik bu önlemin pratiği yok.
Eğer döviz kurunun düşük olduğuna dair bir ekonomik enformasyon genelleştirilirse, döviz üzerinden hesap yapan herkes bunu dikkate almak zorunda kalacaktır. Bu da dövizin bir miktar yükselmesine yol açabilir.
Faiz oranlarının düşürülmesi gerekiyor. Nisan 2006’daki faiz düşürme kararı başarısız oldu. Çünkü, enflasyonun beklentilerin üstünde çıkması, bazı dış piyasalarda risklerin yükselmesi, Amerika’nın faiz oranını yükseltmesi, petrol ve hammadde fiyatlarının yükselmesi ve içeride siyasal tartışmaların gerilmesi Mayıs-Haziran dalgasını yarattı. Merkez Bankası’nın faizleri derhal yükseltmesi yerindeydi. Şimdi bir faiz ayarlaması yapılabilir mi? Beklenen reel faizler YTL bazında %13. O halde, deve yürüyüşü kabilinden, ihtiyatlı biçimde faiz oranlarını düşürmek ve bu trendin süreceğine piyasayı inandırmak lazım.
Cari işlemler açığını azaltmak veya hiç olmazsa artışını önlemek için, ihracat sektörünün ara mallar ithalatındaki avantajlarını karşılayacak önlemler alınmalıdır. Böylece, ithalat yerine yerli ara mallar kullanılırsa, hem istihdam artar, hem de cari açık azalır, yahut büyümez. Yerli ucuz ara malları üretimini sağlamak lazım. Mesela ara malları üreten sektörlerin istihdam ve kredi maliyetleri düşürülebilir, makine-teçhizat ve hammadde ithalatı ucuzlatılabilir.
Kısa dönemli bir önlem de turizm gelirlerinin arttırılmasıdır. Türkiye’nin 2006 yılı turizm gelirleri %7 azaldı. Halbuki önceki 3 yılda turizm gelirleri, kümülatif olarak, 2 kattan fazla artmıştı. Artış hızının aynen devam etmesi durumu ile kıyaslanırsa, bu sektörde önemli bir döviz kaybı sözkonusudur.