“Toplumsal gelişmelere müdahil olmayan yurttaş zararsız değil yararsız yurttaştır.”
Türkiye’nin toplumsal dokusu birileri tarafından zaman zaman tahrip edilmeye çalışılsa da, hastalığa sebep olan “zedeli doku parçaları”nı zararsız duruma getirmek için, toplumsal yapımızın sağlam dokusu antikorlar üretiyor, üretebiliyor. Ancak son yıllarda yaşadığımız gelişmelere baktığımızda; toplumsal dokumuzda “hastalık” ve “kriz “ beklentilerinin ısrarla genetik alışkanlık haline getirilmek istendiğine tanık oluyoruz. Bu süreçte, Türkiye’nin bir türlü normalleşmesi sağlanamıyor, sağlıklı beslenme ve büyümesi gerçekleşemiyor. 62 yıllık demokrasi tarihimiz kimi zaman fiili, kimi zaman postmodern, kimi zaman da sanal darbe ve müdahalelerle defolu olarak arkamızda duruyor. Demokratikleşme sürecimiz tıkanıyor, şekil değiştiriyor ve antidemokratikleşme süreci olarak önümüze çıkıyor.
Bu bağlamda; demokratik yol haritamızın en önemli kırılma noktalarından 12 Eylül 1980 darbesi ve onun oluşturduğu anayasa, bugün her alanda yaşadığımız toplumsal sancı ve gerilimlerin beslenme kaynağı olmuş ve olmaya devam etmektedir.
Yıllar sonra da olsa, ülkemizin bugünü ve geleceğini düşünen tüm sorumlu kesimlerin konsensüse vardıkları bir genel tesbit yapacak olursak: Ülkemizin tüm sorunlarının temel kaynağı: Sivil, demokratik, katılımcı, çoğulcu, özgürlükçü, gelişmelere göre esneyebilen, darbelerin izlerinden arındırılmış, insan haklarını teminat altına alan, kurumlararası ilişkileri, yetki ve sorumlulukları imtiyaz değil adalet temelinde düzenleyen bir anayasaya sahip olamamasıdır.
Günümüzden 132 yıl geriye gittiğimizde yani ilk anayasamız olan 1876 yılındaki Kanun-i Esasi’den 1982 anayasasına kadar hazırlanan tüm anayasalarda önemli düzenlemeler yapılmıştır. Hatta, halâ Osmanlı toplum ve devlet yapısı içerisinde yaşanmasına rağmen 1876 anayasasında halkın alışık olmadığı yeni toplumsal düzenlemelerin önü açılmaya çalışılmış, anayasada işkence, angarya yasaklanıp, belli özgürlükler sağlanmış ve Meclis-i Mebusan’ın kurulması öngörülmüştür. Ancak 1876 da yapılan düzenlemelerde mevcut sistemde radikal bir dönüşüm sağlanamamıştır. Meclis-i Mebusan olmasına rağmen güç ve meclisi fesh yetkisi gene Padişah’ın elindedir. Daha sonra yapılan 1921, 1924, 1961 ve nihayet son anayasamız 1982 de de gene aynı izler yüzyılı aşkın bir süre sonra tekrar karşımıza çıkmaktadır.
Ancak burada en önemli husus: 1980’lerden itibaren küreselleşen bir dünya ve Türkiye gerçekleri ve olağanüstü toplumsal ve kurumsal değişimlere uyarlı olarak temel yasal düzenlemeler yapılması zaruretine rağmen, ülkemiz ters yola girip şoka sokularak 12 Eylül hukuku ve 1982 darbe anayasasına mahkûm edilmiştir. Şekilde her ne kadar halkoyuna sunulsa da bu anayasanın kaynağı halk değil, antidemokratik darbedir.
12 Eylül 1980 sıradan bir tarih değildir: Kendi darbe hukukunu getiren ve bunu siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel tüm alanlara egemen kılan bir anlayışın başlangıcıdır ve halâ bütün kurumlarıyla devam etmektedir. Kurumların ve kavramların birbirine karıştığı, birbirleriyle güç yarışına girdiği bir süreci besleyerek bugünlere taşımıştır. En son yaşadığımız 27 Nisan 2007 elektronik muhtırasından sonra 15 Mart 2008’de yaşanan AKP’nin kapatılmasına yönelik yargı girişimi, 12 Eylül hukuku ve mantalitesinin 21. yüzyıl Türkiye’sinde hala egemen olduğunu ortaya koymaktadır.
Sistemi demokratik rotasına bir türlü sokmak istemeyen uygulamalar; bazen militarist, bazen postmodern, bazen sanal, şimdi de yargı yoluyla dönüşümlü olarak demokrasimizi ürkütme girişimlerine devam etmesi, enerjimizi tüketmesi bir yana, demokrasimizin tedirgin olmasına ve tüm toplumsal yapı ve kurumlarımızın bir daha onarılamayacak biçimde yara almasına neden olacaktır. 27 Nisan militarist girişimi ne ise, 15 mart yargı girişimi de odur. Bunlara karşı gösterilen tepkiler, sadece iktidar partisine açılan dava ve karşı oluşlar için ortaya konulmamalı, antidemokratik büyük fotoğrafı net ve doğru görerek, her kesim tepki vermeli ve gerekeni yapmalıdır.
Oluşturulmak istenen kriz ve endişe ortamın bir sonucu olarak ülkemizde en güvenilir kurumlara bile güvenilirlik oranı düşmektedir. Bu güvensizlik ortamı siyaset ve ekonomimizde derin girdaplara neden olmaya başlamıştır.
Adı ve muhtevası ne olursa olsun parti kapatma talep ve zihniyeti, 12 Eylül anlayışının devam ettiğinin bir başka göstergesidir. Bu zihniyet; “kutuplaştır, çatıştır, gerginliği yükselt ve sonunda bütün iktidara egemen olmak için hazırlanan psikolojik ortamı kullanarak kurtarıcı olarak sahneye çık” mantığına ayarlıdır. Devlet kurumları, Türkiye’nin son yıllarda önemli ivme kazanan açılım, değişim ve yeniden yapılanma sürecinin önünü kesmek için yarışmamalıdır. Güçler (erkler) ayrılığı adil bir biçimde yatağına oturtulmalıdır. Yargı, kendisini Yasama ve Yürütmenin üzerinde iktidar aracı olarak görmemelidir.
12 Eylül hukukunun ürünü olan mevcut antidemokratik anayasa ülkemizin bugün yaşamış olduğu büyük sıkıntıların da temel nedenidir. Bu anayasanın verdiği yetkiler 26 yıldır antidemokratik biçimde kullanılmaktadır. Bu anayasanın uzantısı olarak; siyasallaşan ve iktidar aracı olarak kullanılma kulvarına giren ve ayrıca temyizi olmayan hukuk, yargıç devletine dönüşen bir yapı ve yargı kıskacında bir demokrasi, yetkili fakat sorumlu olmayan bir yapı öngören sistem ve kurumsal güç’e göre tanımlanan/uygulanan “laiklik” anlayışıyla ülkemiz çalkalanmaktadır. Onun için her kaotik durumdan pozitif bir fırsat yakalama mantığını geliştirerek, laikliği istismar etmemek için net ve kesin bir şekilde tanımı yapılmalıdır. Bu bağlamda Anayasa Mahkemesi raportörü Doç. Dr. Osman Can, 2005’ te yazdığı kitabında, “Laikliği koruma adına özgürlükler hiçe sayıldı.” diyerek önemli bir gerçeğin altını çizmektedir.
Yargıtay Eski Başkanı Sami Selçuk’un şu sözleri, mevcut anayasanın meşruluğunun bile kalmadığının göstergesidir: ”1961 ve 1982 anayasalarından hangisi daha başarılı? Elbette birincisi. Peki hangisi doğru, hangisi meşru? Bence hiçbiri. Birincisinin meşruluk katsayısı ikincisine göre belki biraz daha fazla, o kadar. 1982 anayasası biçimsel açıdan meşru değildir. Maddi açıdan ise bireyden kuşkulanan devletin, kendi gücünü bireye karşı güvence altına alma kaygısını ve ruhunu yansıtıyor. Türkiye görünüşte anayasalı bir devlet ama anayasal bir devlet değildir. Fakat bu anayasa da yeni anayasa yürürlüğe girene kadar biçimsel açıdan yürürlüktedir, geçerlidir. Beğenmeseniz de bu anayasaya uymanız gerektiğini söylemek durumundayım.”
Gene Sn. Selçuk’un şu cümleleri de oldukça önemlidir: “Yargı elbette güçlüdür. Ancak asla korku/dehşet saçma, güç sergileme odağı değildir. Olamaz da. Yargı, herkese güven ve hakkını veren, kışkırtmalara ağırbaşlılıkla karşı ve herkese eşit uzaklıkta duran odaktır. Bu odakta görevler, yasalara ve insancı değerlere uyularak yapılır. ….. Meslektaşlarıma bir çift sözüm var: Yargısal işlemler, yöntemler, topluma dinginlik ve güven vermeli, kimseyi ürkütmemelidir…”
1982 Anayasası’nın hazırlatıcısı Kenan Evren 1961 Anayasası için “Bu anayasa üzerimize bol geldi” demiş ve 1982 anayasasını getirmişti. Gene Sami Selçuk anayasadan kaynaklanan bir yığın sorunlar ve mevcut anayasanın sürekli sorun üretmesi üzerine “Elbise üzerimize uymuyor, patladı!” demiştir.
Çok ilginçtir ki 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer Anayasa Mahkemesi’nin 38. kuruluş yıldönümü konuşmasında yer alan; “12 Eylül öncesinde yaşananlara bir tepki olarak, 1982 Anayasası’nda hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmayan, bu ilkeyi zedeleyen kimi kurallara yer verilmiştir. Bunun sonucu olarak cumhuriyetin hukuk devleti niteliğine ilişkin önemli sorunlar ortaya çıkmıştır.” şeklindeki tesbitleriyle 12 Eylül anayasasının meşru olmadığının altını çizmiştir.
Yukarıda altını çizdiğimiz üzere; tüm hukuk dışı uygulamalar da, antidemokratik gelişmeler de kaynağını ve gücünü 1982 anayasasından alan bir kısım kullanıcılarla da ortaya çıkmıştır ki mevcut anayasa değiştirilmedikçe ülkemizin bugünü de, geleceği de aydınlık olamayacaktır.
Sözlerimin burasında, yaşanmış önemli bir örneğe, dramatik bir olaya değinmek istiyorum: 1949-50 yıllarında İstanbul Valisi olan Ord. Prof. Fahrettin Kerim Gökay, bir TV programında söz siyasi konulara gelince, hemen dudaklarını fermuarla kapatır gibi yapıp demiştir ki: “Ben meşrutiyette henüz 5-6 yaşındaydım. Evimizde sert siyasi tartışmalar olurdu. O zaman, bizi ya odadan çıkarırlar, ya da, kimseye bir şey söylemememiz için bu işaret yapılırdı. Aradan 70 yıl geçti, halâ aynı noktadayız ve ben halâ aynı işareti yapıyorum….”
İşte bu anekdot, büyük fotoğraftaki tüm demokratik veya antidemokratik maceramızı göstermektedir. Sistem arızalıdır ve kaynağı anayasadır. Acil cerrahî müdahaleye ve terapiye ihtiyacı vardır. Kullanana göre değişen bir hukuk ve sistem Türkiye’yi her ayağa kalkışında tökezletecektir. Bunun da bedelini yetkili olup sorumlu olmayanlar değil, tüm halkımız ödüyor, ülkemiz ödüyor.
Türkiye kendisini bütün boyutlarıyla kuşatacak gerçek anayasasını bulamamıştır. Mevcut sistem demokratik gelişme ve sosyal uyanışın gerisinde kalmıştır. Bugün, yaşadığımız gelişmelerden de görülüyor ki; sivil, özgürlükçü, temel hak ve hürriyetleri koruma altına alan, sivil toplum ve siyasetin önünü tıkamayan, demokratik, katılımcı, çoğulcu, toplumun tüm kesimleriyle barışık, hiçbir kişi ve kesimi ‘öteki’leştirmeyen meşru bir anayasaya daha fazla ihtiyacımız vardır.
Bütün yaşananlara rağmen emek dünyası olarak umutlarımız vardır. Yapılması gerekenler yedeğe alınmamalı, ötelenmemelidir. Kriz anları aynı zamanda fırsat anlarıdır. İnanıyoruz ki Türkiye; derin gündemlere, gizli ajandalara izin vermeyen hukuk sistemini, demokrasisini, özgürlük teneffüs eden akciğerlerini yeniden oluşturacaktır. Bunun adresi de: YENİ, SİVİL, KATILIMCI, ÖZGÜRLÜKÇÜ, ÇOĞULCU, KATILIMCI, DEMOKRATİK BİR ANAYASA ve TBMM’dir. Hiçbir güç halkın iradesinin üzerinde değildir ve olmamalıdır.
Ülkemizin içinden geçtiği süreç önemli testlere sahne olacaktır. Demokrat ve özgürlükçü geçinenler için bu süreç önemli bir sınav olacaktır. Özgürlüklerden yana tavır almak sadece kırılma anlarında ortaya çıkan bir davranış biçimi olmamalıdır.
Bugünlerde daha çok öne çıkan “ORTAK AKIL” ve “ÖTEKİNİ DIŞLAMAMA” ülkemizin tüm zamanlar boyunca sahip olduğu önemli birikim ve deneyimleri yansıtmaktadır ve önümüzü aydınlatacak yegâne yol göstergesidir.
Mahmut ARSLAN
Hizmet- İş Sendikası Genel Başkanı ve
Hak-İş Konfederasyonu Genel Başkan Yardımcısı
e-posta: gb@hizmet-is.org.tr
Bu makale, “hizmet-iş” Dergisi’nin (Tüm Belediye ve Genel Hizmet İşçileri Sendikası Üç Ayda Bir Yayınlanan Yayın Organı) “2008/II, Yıl:19, Sayı:128” s.2-3’te yayınlanmıştır.