Ana Sayfa » Makaleler » Mahmut ARSLAN » Normalleşen Türkiye

Normalleşen Türkiye

Türkiye, cumhuriyet ve demokrasi çizgisinde önemli bir dönemi daha geride bıraktı. Eski formatların, ‘vesayetçi’ anlayışların, militarist yaklaşımların geride kaldığı bir döneme girdik. 12 Eylül referandumu demokrasimiz açısından ‘halk iradesi’nin kendisini doğrudan gösterdiği ve “yeni bir dönem”in açıldığı bir tarihi ifade ediyor. Konfederasyonumuz HAK-İŞ’in “Darbelerin karanlığından Demokrasinin aydınlığına” sloganının muhtevaya dönüşeceği bir dönemin şartları oluşmaya başladı.

Türkiye kendisini “yenilemeye” çalışıyor, çabalıyor. Bu yenilenme sancılı oluyor. Çünkü her yenilenme, her yeniden yapılanma sancılı olur. Değişime direnenler, değişimi düzenleyenlerle aynı yöne yürümez, yürüyemez, aynı hedefe yönelemez.

Türkiye’nin 12 Eylül referandumunda (siyasî manipülasyonlara rağmen) bir anlamda “değişim talebi”nin % 58 evet olması, önemlidir. Aynı şekilde % 42’nin niçin “hayır” dediği de önemli ve irdelenmesi gereken bir husustur. İnanıyorum ki; Türkiye bir bütün olarak coğrafyasındaki hiçbir ülkeyle mukayese edilemeyecek bir biçimde “değişim dinamikleri”ne sahip tek ülkedir. Onun içindir ki, bölgesinde inisiyatif alma iradesini bölgesel risklere rağmen göstermektedir.

Türkiye artık eski sahnede yeni rolle veya yeni sahnede eski rolle hareket edemez. Türkiye artık bölgesel bir güç konumuyla ‘rol verilen değil, rol biçen, rol belirleyen bir ülke konumundadır. Özellikle STÖ’ler ve Sendikalar Türkiye’nin yüzyılımızdaki bu ‘belirleyici’liğini görmelidirler. Çünkü halâ kimi STÖ’ler ve Sendikalar “soğuk savaş şablonları” arasında ‘talim’ yapmaktadırlar. Dünya ile birlikte Türkiye’nin de düşünce ve eylem altyapısı değişmeye başlamıştır. Buna direnmek; içine kapanmak, kendi hayatiyetine kastetmek demektir.

Toplumsal değişimler bazen aniden, bazen de tedricî gerçekleşir. Aslında Türkiye’de 1950’li yıllarda başlayan halkın “kendi iradesini ortaya koyma” çabası, devlete imtiyazlı konumundan dolayı bağlı olan elit-seçkin zümrece yaklaşık yarım yüzyıldır yok sayıldı, ısrarla görülmemeye çalışıldı. Seçkin imtiyazlı azınlığın bu tavrı giderek sahiplik paranoyasına dönüştü. Geniş sosyal halk kesimleri ‘öteki’leştirildi. Ancak 80’li yıllarda başlayan küreselleşme dalgası getirdiği olumsuzluklar yanında, dünyada yükselen demokrasi, insan hakları, özgürlük dalgalarını da yükseltti. Türkiye’de sözünü ettiğimiz egemenler bu dalgalara da uzun süre direndi. Ancak, giderek sabırla olgunlaşan toplumsal talep ve duyarlılık kendi “geleceği”nde çok önemli olacak kararı 12 Eylül referandumuyla vermiş oldu.
Toplum artık hamasetle, ninnilerle idare edilemiyor. Uyumak isteyen çocuğun ninniye ihtiyacı vardı, bir süre ısrarla bu ihtiyaç kronik hale getirildi. Ama o çocuk zannedilen ve bir türlü rüşdüne kavuşmasına müsaade edilmeyen birey, artık iradesini ortaya koyuyor. Bu irade toplumsal talep halinde ülkenin geleceğini belirlemeye başlıyor. Demokratik eksene oturmuş, hiçbir kesimi ‘öteki’leştirmeyen ve dışarıda bırakmayan, spekülasyonlara kapalı, sivil, katılımcı, özgürlük temelli bir anayasa ile bu toplumsal irade kendisini ağırlık merkezi yapmalı. Önümüzdeki süreç, böyle bir anayasanın kaçınılmaz olacağı bir süreçtir.

Türkiye artık, “sanal değişim” söylemlerini aşmış, kendi imkan, kaynak ve muhtevasıyla önünü sağlıklı bir biçimde göreceği yolda, dünya ile aynı dili konuşarak yürümek zorundadır, yürüyecektir. Tarihsel fonksiyonunu çağdaş dünya şartlarında güncelleme çabası içerisinde enerjisini yeniden üretmek durumundadır.

Evet, Türkiye önemli bir değişimden, dönüşümden geçiyor, önemli yapılanmaların adımını atıyor, atmak zorunda. Bu yapılanmanın temel ekseni “demokrasi, insan hakları ve özgürlükler”, temel dinamiği de toplumsal iradedir.

Bu değişimde siyasetin profili değişmiştir.
Bu değişimde sivil ve askerî bürokrasinin profili değişmiştir.
Bu değişimde bilim adamlarının, aydınların profili değişmiştir.
Bu değişimde işverenlerin de profili değişmiştir.

Bu değişimde mutlaka sendikaların da profili değişecektir. Bu sendikal değişim; akıntının içerisinde halden hale giren, sürekli şekil değiştiren değil, “kendi kalarak değebilme”nin muhtevaya dayalı ilkeli çizgide olacaktır.

Sendikal hareket de “değişim dinamikleri”ni hariçten toplayan değil, kendi üreten, üretme potansiyel ve kabiliyetini ortaya koyabilme cesaretini, rüştünü gösterebilmelidir. HAK-İŞ Konfederasyonu ve HİZMET-İŞ Sendikası olarak, yarım yüzyıla doğru yürüdüğümüz tarihsel çizgimizde ‘değişim dinamikleri’ni, ‘yenilenme ihtiyacı’nı sürekli canlı tutmuş, eksenine oturtmuş bir mantalite ile önümüzdeki dönemin Türkiye’sine bakıyoruz.

Doğru ve ihtiyaçtan kaynaklanan bir hareketin süreç içerisinde, o hareket adına yapılan yanlışlarla yıpranmışlık, yabancılaşma ve güvensizlikle özdeşleştiği bir Türkiye Sendikal hareketi tablosundan; kendisini özeleştiriye tabi tutan, doğrularından kaynaklanan eylem ve muhtevasıyla ‘yanlışları’nı bertaraf eden bir sendikal yapıyı egemen kılmak, yeni Türkiye şartlarında artık kaçınılmazdır.

Türk sendikal hareketi buna muhtaçtır, buna muktedirdir, bunu gerçekleştirecek birikim ve deneyime sahiptir. Çünkü bir özdeyişte ifade edildiği gibi; “Tecrübe çok zalim bir öğretmendir. İnsanı önce sınavdan geçirir, sonra dersi öğretir..” Türk sendikal hareketinin cumhuriyet tarihinde çok da uzun olmayan çizgisinde acı ve yorucu, enerjiyi boşa akıtan tecrübeler, bundan sonraki sınavımızda önemli bir yol haritası niteliğinde olacaktır.

Sendikal hareketin yaşadığı tecrübelerden çıkan sonuç “keşke”lerle defolu olmamalıydı. Önümüzdeki dönemde de “keşke”lere kapalı olmalıdır. Türkiye de sendikal hareket de artık “mazeret”lere sığınmanın değil, “marifet”lere kilitlenmenin kaçınılmazlığıyla karşı karşıya olduğu bir döneme girmiştir. Bu dönem, kendisini yeni profiliyle, muhteva ve eylemiyle ortaya koyacak sendikal yapılara kapılarını açacaktır.

İnanıyorum ki; arkaik direnişini sürdüren, sürekli “yenilen” değil, değişime açık, “yenilenen” bir sendikal yapı, Türkiye’nin önümüzdeki dönemdeki yapılanma ve hareket kabiliyetini de besleyecektir.
Sendikal hareketin emek, hak ve özgürlüklerini başkasına ihale etmeyecek bir misyonla Türkiye’nin normalleşme sürecine önemli katkısı olacaktır diye düşünüyorum.

Özetle söylemek istediğimiz: Kendini yenileyen bir Türkiye’de, önemli ölçüde sivil toplum örgütleri, sendikalar pozisyon belirlemeli, görev almalıdır! Bu Yenilenen Türkiye’de sendikalar hem katkı veren hem de katalizör görevi gören örgütler olmalıdır ! Gelecek kuşaklar Türkiye’nin yeniden yapılandığı bu tarihî dönemi referans alacaktır.