Ülkemiz, ne kadar “acı tecrübeler” yaşarsa yaşasın, “hafıza-i beşer nisyan ile malûldür” (insan hafızası unutma özürlüdür) atasözünü haklı çıkartacak şekilde, sürekli acı tecrübelere endekslenmişcesine “kendi kendisini yaralama” ve bu yaralarla kendisinden sözettirmeyi alışkanlık haline getirmiş bir ülke görüntüsünü taşıyor, hatta yaşıyor. Ne zaman ki ülkemiz, kendi imkân ve kaynaklarıyla uluslararası güç dengeleri içerisinde önemli bir yer edinmeye doğru çıkış yapsa, birdenbire, temel kronik sorunlarımız gizli bir el tarafından gündemden çekilir, yerine sanal gündemler ikame edilir, irtica, laiklik, cumhuriyet tartışmaları alevlendirilir ve toplum sanal tehlikeler kulvarına sokulur.
Cumhurbaşkanlığı sürecinde son birkaç aydır yaşadığımız olaylar, kendi içine kapanmaya, kendi kendisiyle boğuşmaya ve özgürlüklerden korktuğu için yalnızlaşmaya doğru giden bir Türkiye’ye itildiğimizi göstermeye yeter sanıyorum. Ülke gündeminin olağanüstü biçimde sabote edildiği, temel sorunlarla, “birilerinin sorun olmasını istedikleri” nin yer değiştirdiği başka bir ülke olduğunu zannetmiyorum.
Aslında, biraz daha geriye doğru gittiğimizde; Meşrutiyet’ten itibaren siyasi-toplumsal tarihimize makro bir göz attığımızda; devlet-sivil, merkez-çevre tartışmalarının, hatta zaman zaman çatışmalarının büyüdüğü, yüksek yoğunluklu olarak toplumsal dinamizmin körleştirildiği, kilitlendiğini görebiliyoruz. Cumhuriyetle birlikte de demokrasi çizgimize, sivil siyasete belli periyotlarla yapılan doğrudan ve dolaylı müdahalelerin derin yaralar açtığını gözlemliyoruz. Ne yazık ki asker, bürokrat, siyasetçi, sivil toplum örgütleri, vs. bu müdahaleler karşısında olması gereken bir demokratik tavır sergileyemedikleri için, bu talihsiz gelenek sürüp gitmektedir.
Demokrasinin tüm dünyada neredeyse alternatifsiz tek yaşam biçimi haline geldiği, katılımcılığın, sivil toplumun, özgürlüklerin öne çıktığı, dayatmacılığın-jakobenliğin, kapalı toplum yapılarının artık yeryüzünden çekildiğini gözlemlerken, bidenbire gözlerin çok talihsiz bir şekilde ülkemize çevrilmesi ülkemiz ve insanımız adına esef verici bir gelişme olmuştur.
Son yaşadığımız 27 Nisan sanal muhtırası ya da elektronik muhtıra, gerek biçimi gerekse de muhtevasıyla, Türkiye’de halâ sanal endişelerin, sanal hedeflerin ve gerçekte toplumumuzun örf ve geleneklerini canlı tutma isteklerinin nasıl manipüle edilerek (özellikle medya tarafından) servis yapıldığını ortaya koymaktadır. Halkımızın değer ve geleneklerinin dikkate alınmadığı, onlarla kavga edildiği dönemlerde büyük kaosların yaşandığını hepimiz biliyoruz. Bu değer ve gelenekleri hiçe saymanın, sonuçta bütün bir halkı hiçe saymak olduğunun da altını çizmek istiyoruz.
Bir fizik kuralını hatırlatmak istiyoruz: Ani duruşlar, geridekilerin yıkılmalarına sebep olur. Yani tüm kazanımlar ani duruşlarla kaybedilebilir, ya da kazanımların önemli bir kısmının kaybedilmesine neden olur. Nitekim Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesinde yayınlanan bildiriden (sanal muhtıra) / sonra ekonomimizin 25-30 milyar dolar kaybı olduğu ekonomistlerce ifade ediliyor. Bu, halkımızın kişi başına yaklaşık 400-500 dolar yoksullaşması demektir. Peki bu yoksulluğun bedelini kim ödeyecektir? Asıl üzerinde durulması gereken temel sorulardan birisi budur.
Evet… Gergin bir ülke istemiyoruz. Çünkü gergin bir ülkenin neresinden kopacağı belli olmaz. Gergin, endişeli topluluklar istemiyoruz. Gerginlikten kimsenin çıkarı olmamalıdır. Ancak; birileri “ülkeyi geriyorlar” çığırtkanlıklarıyla gerilim bayraktarlığı yapıyor ve üstleniyorsa, ve birileri de; bunun adı ister parlamentodaki muhalefet partileri olsun, ister sadece adı sivil olan sözde sivil toplum örgütleri olsun, isterse de kamu görevi sona eren birtakım yargı-yönetim görevlileri olsun, halâ darbelerden medet umuyorlarsa, Türkiye’nin demokrasi haritası ve özgürlük yürüyüşü önünde daha çok engeller var demektir.
Seçilmiş ve tek başına iktidar olmuş, duvarında “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” yazılı Meclisle, ülkeyi 5 yıl için yönetme yetkisi verilmiş bir yasal hükümete demokratik yollardan muhalefet edememenin hıncını demokrasi dışı arayışlarda görenlerin demokrasiye verecekleri bir şey yoktur. Verecekleri tek şey; demokrasiyi tahrip etmektir. Demokratik zeminin üzerinde gelişen ve sivil toplum örgütü olarak öne çıkan kimi dernek, vakıf, sendika, vs. lerin de bu süreçte toplumsal konsensüs ve barışı hiçe sayıcı, öfke, kavga ve kışkırtmalarla (halkın oyuyla seçilmiş bir hükümete karşı) mücadele hattı oluşturmalarını da en hafif deyimle yadırgıyoruz. Burada herhangi bir siyasi partinin savunmasını yapıyor değiliz. Amacımız sadece; demokrasilerde her türlü sorunun çözüm zemininin özgür platformlar ve diyalogla oluşturulabileceğini ve son kararın halkoyu olduğunu ısrarla görmek istemeyenlere ve gündemden çıkarmak isteyenlere hatırlatmalarda bulunmaktır.
Şunu bilmek gerekiyor ki; cumhuriyetimizin temel nitelikleri olan demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti ilkeleriyle ne halkımızın, ne de kurumlarımızın herhangi bir sorunu yoktur. Bu ilkelerle olsa olsa, bunları içine sindiremeyenlerin sorunu vardır. Bu ilkelerin hiçbiri birbirine tercih edilemez. Hepsi bir bütün halinde temel niteliklerdir. Bu gerçeğin de altını özenle çizmek istiyoruz.
Asıl tehlike sinyalleri verenler; Türkiye’yi, daha önce örneklerini yaşadığımız biçimde toplumsal terzilerin biçtiği elbiselere sıkıştırmak isteyenlerdir. Ara rejim özlemi, beklentisi içerisinde olanlardır. Çok yakın bir süre önce toplumsal terzilik provaları büyük gürültüler koparan korolar halinde yapılmıştır, ancak tutmamıştır. Bugünkü toplumsal terzilik mirasının varislerinin kışkırtmalarını da çok iyi anlıyoruz. Bir yazarımızın dediği gibi “mesele, kaybedilen imtiyazdır.”
“Cumhuriyet elden gidiyor” paranoyaları ve “Şeriat geliyor” vehimleriyle toplumu kamplaşmalara itenleri verdikleri tepkilerden tanıyoruz. Ülkemizin istikrarı bunların istikrarını bozar. Ülkemizin huzuru bunları huzursuz eder. Hiçbir zaman kendi varlıklarıyla, bir anlam ifade edemezler.
Herkes demokrasi sınavında… Bu sınavın tarihi önceden belli değildir. Ancak; kimi belirsiz tarihlerde sebebi ne olursa olsun ortaya çıkan sınav takvimleri ve dönemleri, kimin bu sınavı geçip kimin takılacağının da test edilmesini sağlıyor. Birçok sivil toplum örgütü bu son demokratik duruş sınavını geçememiştir. Demokrasiye ve demokratlığa mola verenler kendilerini bir daha demokrasi yürüyüşüne hazırlayamazlar. Hazır olduklarını söyleseler de inandırıcı olamazlar, yürüyemezler.
Birileri Türkiye’nin sürekli kırmızı ışıklar ve korku/endişe makasında sıkışan bir gerginlikler ülkesi olması için çabalıyor. Bu birileri, siyasi partiler olabiliyor, sözde sivil toplum örgütleri olabiliyor. Biz; bu gelişmelerin ardından, artık imtiyazlı bir azınlığı dayatan ve belirleyen; büyük toplum kesimlerini de güdülmesi gereken, vesayet altına alınması gereken yığınlar olarak gören zihniyetin çıkmaz sokağa girdiğine tanık oluyoruz. Bütün kışkırtmalar da bu çıkmaz sokağın icabıdır, diye düşünüyoruz.
Demokrasimizin dönemler halinde kesintiye uğratıldığı darbelerin arkasından yapılan anayasaların ve en son 1982 Anayasası’nın nasıl bir kaos tablosu, kaotik siyaset tablosu ortaya çıkardığını son Anayasa Mahkemesi’nin kararında açık olarak görebiliyoruz. Acaba diyoruz, bilerek muğlak, belirsiz, müphemlikler içeren bir Anayasa mı hazırlandı darbenin hemen arkasından? O’nun için (sürekli her platformda ifade ettiğimizi burada da ifade ediyoruz) öncelikle çelişkisiz, tartışmalardan arındırılmış, halkın değerleriyle bütünleşmiş, konsensüsle gerçekleştirilmiş bir anayasaya ihtiyaç vardır.
Öyle anlaşılıyor ki; ülkemizin toplumsal dönüşüm sancıları devam edeceğe benziyor. Bu süreçte siyasî ufkumuzun kararmaması ve sivil duruşumuzun kırılmaması gerekiyor. Sivil özgürlüklerin, sivil toplumun, hukukun yara almaması gereken bir süreç açılması gerekiyor. Sivil Toplum Örgütlerinin, birilerinin “gizli ajandaları”yla hareket etmemesi gerekiyor. Biz biliyoruz ki; giderek gelişen demokratik kültüre, demokratik terapiye tahammülü olmayanlar toplumsal gelişmenin önünde en büyük engeldir.
Biz duyarlı sivil toplum örgütü olarak sürekli antidemokratik ortamlarda kendimizi test etmek yerine; enerjimizi demokrasinin kesintiye uğramayacağı bir zeminin pekişmesine endekslemiş bulunuyoruz. Aksi halde varlık şartlarımıza ihanet etmiş olacağız. Demokrasi sicili sürekli defolarla dolu bir ülke olmanın hepimizin geleceğini tehdit edeceğini unutmamalıyız.
Halkımızın bütün kışkırtmalara, endişelere, gerginliklere karşı duyarlı olduğuna inanıyor, her şeye rağmen demokratik sürecin işleyeceğini düşünüyoruz. Bu yazımızın kısa bir demokrasi manifestosu olarak bir sivil toplum örgütünün duyarlılıklarını yansıtan belge şeklinde değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum.