Ana Sayfa » Makaleler » Mahmut ARSLAN » Erdemli Bir “Sendikal İnşa” İçin

Erdemli Bir “Sendikal İnşa” İçin

“Yokluğu en çok hissedilen şey, en çok konuşulan şeydir!”

Kurumların ve kavramların doğuşunu hazırlayan şartlar ve sebepler, nihaî tahlilde o kurum ve kavramların etken veya edilgen olduğunu da belirler. Ancak yerel şartlardaki pratikler o kurum ve kavramların (her ne kadar kendi ihtiyaçlarından kaynaklanmasa da/transfer olsa da) uygulayıcılar elinde uyarlanabilme imkan ve kapasitesinin yerel şartlara büyük ölçüde intibak ettiğini de ortaya çıkarabilir. Bu tesbitimizi ülkemizin demokrasi tarihindeki sendikacılık ve sivil toplum örgütlerine indirgediğimizde ortaya çıkan gerçek şudur: Çok uzun olmayan sendikal deneyim ve birikimimizle birlikte, daha kısa olan sivil toplum örgütleri pratiğimize baktığımızda bu gerçeği görebiliyoruz.

Hiç şüphesiz kavramların ve kurumların kutsallığı yok. Önemli olan kavramlara yüklenilen anlamlar ve kurumların toplumsal işlevidir. Yani sendikacılık ve Sivil Toplum kavramı nerede ve ne şekilde doğarsa doğsun, bizim toplumumuzda büründüğü anlam ve işleviyle sorgulanabilir. Sendikaların, dünün dünyasında endüstriyel ilişkilerde doğrudan belirleyici olduğu gerçeğiyle, bugün sivil toplum örgütlerinin dünyada yükselen dalganın bir yansıması olarak ülkemizde yoğunlaşması bu anlamda ele alınabilir.

Günümüzde demokrasinin, insan haklarının, özgürlüklerin yükseliyor olmasına paralel olarak birey olarak ifade ettiğiniz anlamı mutlaka örgütlü olarak ifade edeceğiniz anlama taşımak zorundasınız. Çünkü dünyanın katılımcı, çoğulcu bir toplumsal süreci yaşaması Türkiye’ye de etki ediyor. Ancak, aşağıda bahsedeceğimiz gelişmeler dışında, henüz merkezi yapı sivil toplum örgütlerinin gücünü, önemini, anlamını, işlevini bütünüyle hazmetmiş değil. Hazmetmiş değil cümlesini bilinçli olarak kullanıyorum. Çünkü, ülkemizde örgütlü olarak hak talep etmenin karşısına merkezi yönetim hala bir toprak ağası hüviyetiyle çıkıyor ve ‘bana karşı mı geliniyor?” mantığıyla hareket ediyor. Kuşkusuz yaşanan değişim süreci bunları da aşacak diye düşünüyorum. Dünyanın kenar mahallesi olmaya rıza göstermek kendimize ihanettir. Bizim gibi hala eski genlerini bütünüyle yenileyememiş ya da yenilemekte zorlanan merkezi yapı ve toplumlar için bu sancılar, bu problemler olacaktır. Önemli olan bu problemleri doğru okuyup doğru çözmeye yönelmektir.

Ne olursa olsun bugün ülkemizde bir sivil toplum gerçeği ve sivil toplum örgütü kavramı bir realite olarak karşımızdadır. Sivil toplum örgütlerinin sivil toplumu ne ölçüde temsil ettikleridir esas mesele. Sendikal alana uyarlarsak: Sendikaların tabanlarını/çalışanları onlara yabancılaşmadan, onlardan kopmadan, onlarla aynı dili paylaşarak nasıl erdemli bir sendikal inşaya soyunduklarıdır esas mesele.

Sivil toplum örgütlerinin/sendikaların artık değişen, gelişen, dönüşen fakat kendi kalarak yürüyebilen bir nitelikle ülke meselelerine/kendi alanının sorunlarına sahip çıkıp vizyon üretmesinin temel şartı: yaptıkları işin bir “meslek” olmadığının farkına varmalarıdır. Sivil toplumun/çalışan kitlelerin örgütleri, yöneticileri kendilerinin “meslek sahibi” değil, “misyon sahibi” olmaları gerektiğinin farkına varmak zorundadırlar. Onun için de sadece alanlarına hapsolma sığlığından büyük fotoğrafı görebilme basiretini yakalamalıdırlar. Bunun için sivil toplum/sendikal yürüyüşte mesafe alabilmenin yolu her şeyden önce “niçin buradayım” sorusuna doğru cevap verebilmektir.

Dünya ile birlikte ülkemiz de, yoğun bir hız ve değişimin etkisindedir. Bir düşünürün söylediği gibi; “aynı yerde kalmak için bile çok hızlı koşmaya” mecbur olduğumuz şartlardayız.

Bu anlamda ülkemizde sivil toplumun değişim hızının sürekli merkezin önüne geçmesi nihayet merkez tarafından fark edilmeye başlandığına da şahit oluyoruz. Devlet aygıtı/merkezi yönetim sivil toplum kavramı ve örgütlerine hangi anlamı ve işlevi yüklerse yüklesin, bir kavramın bugüne kadar sanal gerçeklik olarak görüntüsü, artık fiili gerçekliğe dönüşüyor. Buna örnek olarak TBMM’nin yasama çalışmalarında sivil toplum örgütlerinin katkısını kurumsallaştırmaya yönelik ön çalışmaları önemsenmesi gereken bir girişimdir diye düşünüyorum. Bugüne kadar bütün bir toplumu ilgilendiren yasama çalışmalarında “usulen” görüşlerine başvurulan sivil toplum örgütlerinin önemi artık kavranılmaya mı başladı? diye iyimser olmak istiyorum. Meclis Başkanımızın “herhangi bir yasa tasarısı komisyonda görüşülürken, konusuna göre, ilgili sivil toplum örgütünden görüş alınmasını kurala bağlamak için çalışma yaptığı”nı ifade etmesi ve tıpkı batıda örnekleri bulunduğu üzere “Meclis binasında sivil toplum örgütleri için ofis hazırlığı” da önemsenmesi gereken bir teşebbüs olarak görüyorum.

Bu girişimler, kendi yaptıkları işi sembolik gören, yaptıkları işe inanmayan kimi sivil toplum örgütlerinin de kendilerini yeniden test etmeleri gerçeğini gündeme getiriyor. Yani sivil toplum örgütlerinin gerçek anlamda sivil toplumu yansıtan tavır ve davranışlara sahip olmaları artık kaçınılmaz. Sivil toplum’un “siyasî otoritenin etkisinden kurtulmuş olan toplum modeline; toplumda varolan ve kurumu/kuruluşu uzun sürede birtakım haklar elde etme gayretine bağlı olan demokratik yapıya; devletin kurumlarından bağımsız olarak, toplumun kendini yönlendirmesi durumu” olması, sivil toplum örgütlerinin genel işlevini ortaya koyuyor. Bir diğer tanımlamada da “devleti topluma karşı sorumlu bir yönetim aygıtına dönüştürmek” anlamına gelen sivil toplum, bu anlamda bugüne kadar ülkemizde görülmemiştir. Tam aksine sivil toplum örgütleri/sendikalar anti-demokratik süreçlerin, dayatmacılığın, kimliksizliğin örneklerini sergilemişlerdir. Tanımlarla işlevlerin örtüştüğü sivil toplum örgütlerinin ortaya çıkabilmesi için sivil toplum örgütlerinin sivil toplumu bu yönde oluşturmaları, olgunlaştırmaları gerekirdi. Bu işlev aynı zamanda bugüne kadar bizde pek görülmeyen devleti topluma karşı hesap verebilir bir mekanizmaya dönüşmesi işlevidir. Daha da daraltıp sendikal örgütlenmeye taşırsak: Sendikaların tabanlarına karşı hesap verebilir şeffaf bir mekanizma olabilmeleri de bizzat kendilerinin tabanlarının bilinç düzeyini yükseltmeleriyle mümkün olacaktır.

Biz, bu teorik çerçevelerin pratiğe geçirilmesi için çabalarımızı sürdürüyoruz. Ülkemizde insanımızın bilinç düzeyinin/sağduyusunun düşük olmadığına inanıyoruz. Çünkü tarihsel genlerimiz sadece topluma karşı duyarlılıklarımızın değil, diğer tüm canlılara karşı duyarlılıklarımızın yüksek olduğunu ortaya koymaktadır.

Güven kaybının yaşanmadığı, temsil krizinin, tabanla yabancılaşmanın olmadığı, misyonun mesleğe dönüşmediği sivil toplum örgütleri/sendikaların önünün açık olduğunu düşünüyorum. Kendini sivil toplum örgütü sanma ile sivil toplum örgütü olma arasındaki farkın farkına varıldığı ve gereği yapıldığı yerde sivil toplum örgütlerinin önünün açık olduğunu düşünüyorum.

Evet… Ülkemizde yaşanan gelişmelerden kimileri umutsuzluk, örgütsüzlük, karamsarlık çıkarsa da biz sivil toplum için, yeniden erdemli bir sendikal inşa için umut verici çizgiler yakalıyoruz. Çünkü sendikaların varoluş zeminini tahrip etmedikleri sürece erdem kapasitelerinin halâ yeni damarlar üretebileceklerini düşünüyorum.

Yazımızı başlığımızdaki anekdotu şöyle değiştererek bitirelim: “Varlığı hiç tartışılmayan şey en çok hissedilen şeydir! ” Teorik bir çerçevede de olsa Sivil Toplum Örgütlerinin, özellikle de sendikaların önemine vurgu yapıp erdemli bir inşaya kilitlenmeleri yönündeki çabalarımız ülkemizin/sivil toplumun/sendikal örgütlülüğün önünü açacaktır diye düşünüyorum.

Mahmut ARSLAN,
Hizmet-İş Sendikası Genel Başkanı ve
Hak-İş Konfederasyonu Genel Başkan Yardımcısı,
e-posta: gb@hizmet-is.org.tr

Bu Makale, “hizmet-iş” Dergisi’nin (Tüm Belediye ve Genel Hizmet İşçileri Sendikası Üç Ayda Bir Yayınlanan Yayın Organı) “2008/I, Yıl:19, Sayı:127, s.2-3’te yer almıştır