“Doğru bir hareket için yanlış bir zaman yoktur.”
Her türlü toplumsal hareketin meşruiyetini haklı bir sebebe dayaması, o hareketin kaynağı ve hedefi itibariyle nasıl bir çizgiyi benimsediğini ortaya koyar. Meşruiyetin kaynağını temelde haklı bir sebep yani sendikal yapılanma için söylersek; emek ve hak oluşturuyor ve o nedene endeksli toplumsal talepler besliyorsa, o zaman hareketin yürüyüşü ve gelişimi de büyük ölçüde meşruiyetini muhafaza eder.
Ülkemizde toplumsal hareketlerin bir tarih oluşturmadan akamete uğramaları ve neredeyse cumhuriyet dönemi toplumsal tarihimiz açısından tarih oluşturabilen hareketlerin hemen hem yok denecek kadar az olmasının temel nedenini bu meşruiyet temeline ve yürüyüşüne bağlamak, sanıyorum yanıltıcı olmayacaktır.
Daha açık olarak söylemek gerekirse: Bir hareketin ihtiyaçtan doğup doğmaması ile transfer yolu ile doğması hareketin tarihselliğini ve geleceğini de etkiler ve belirler. İhtiyaçlardan, ülke şartlarından, taleplerden doğan bir hareketin sürekliliği ve kendini yenilemesi mümkünken, ithalci bir anlayışla transfer edilen hareketlerin ülke şartlarına uyum göstermesi, sürekliliği, kendini yenilemesi mümkün olamaz ve toplumsal süreçte şartlar o hareketi tıpkı bir ifrazat gibi bünyeden dışlar.
Ülkemizdeki sivil toplum örgütlenmeleri ile sendikal mücadele ve kurumların tarihine baktığımızda bu gerçeği apaçık görebiliyoruz.
Özellikle 1990’lı yıllardan itibaren kavramsal düzeyde ve slogan olarak modalaşan sivil toplum ve sivil toplum örgütü kavramları giderek anlam ve bağlam karmaşasına girerek gerçek nitelik ve işlevinden sapmaya başlamıştır. Kendiliğinden inisiyatif kullanma, siyasal-sosyol-ekonomik toplumsal ihtiyaçların ve taleplerin ifadecisi olma yerine bağımlılık ve ideolojik taraf olmada varlık edinmeye başlayan bu tür örgütlenmeler, müthiş bir anlam ve işlev yitirmeye başlamışlar, çoğunun isimlerinden başka sivil toplum örgütü olma niteliği kalmamıştır.
Sivil toplum örgütlenmeleri; katılımcılık ve özgürlük arayışının bir ifadesi olarak yüzyılımızda ortaya çıkmışlardır. Gerçek anlam ve işlevleriyle sivil toplum örgütleri toplumun en dinamik, siyasal, sosyal ve ekonomik değişimlere öncülük eden ve temsilcisi oldukları kesimlerin talep ve duyarlılıklarını dile getiren, yönetim mekanizmalarını etkileme güçleri ileri düzeyde olan örgütlenme biçimleridir. Ancak; sivil toplum örgütü deyimi bir mülkiyet ifade etmez. Adını sorumluluk bilincinden, yerliliğinden, işlevinden, dönüşüm sağlayabilme kabiliyetinden alır.
Gerçek anlamda sivil toplum örgütü ve sendika; nerede durup nerede yürüyeceği, hangi takvimde nereye kadar gideceği, uzlaşmasının da mücadelesinin de sınırlarını kendi ilkelerinden kaynaklı olarak sürdürebilen örgütlenmelerdir.
Türk toplumu için genel anlamda hak talep etmeye yönelik örgütlü mücadele, toplumsal sorunların çözümünde örgütlenme anlamında örgütlenme kültürünün tarihsel kökleri çok eski değildir. Batı toplumlarındaki birey ve sivil örgütlenmenin birebir karşılığı bizim toplumumuzda henüz oluşmuş ve oturmuş değildir. Batılı toplumlar için demokrasi, insan hakları, özgürlükler, sivil toplum vazgeçilemez yükselen değer ve kurumlardır. Çünkü bunlar uğrunda toplumsal bedeller ödenmiştir. 1. ve 2. Dünya Savaşı ve Batı’nın kendi içinde geçirdiği dini ve etnik iç çatışmalar bu değerleri günümüzde önemli hale getirmiştir. Ve kendisi için bu değerlerden taviz vermez bir çerçeve oluşturmuştur.
Bizim de toplumsal örgütlenmelerimizde, tarihsel genetiğimizden sapmadan, kültürel ve sosyolojik arka planımızdan kopmadan güçlü olanın iradesini hakim kıldığı bir küresel dünyada kendi ayaklarımızla yürüyüşe çıktığımız bugünlerde, duruş yerimizi DOĞRU olarak belirlemek, ithal örgütlenme ve onun getirdiği değerlerin mücadelesi yerine, her türlü araca kendi rengini veren bir muhteva ile yürümek, ilerlemek, mesafe almak zorundayız.
Bu noktada küreselleşmenin çalışma ilişkilerine olan etkisi üzerine Kore Sendikaları Konfederasyonu Uluslararası İlişkiler Sekreteri Yoon Young Mo yaptığı bir açıklamada şunları söylüyor: “Yeni düzende, çalışma hayatına temel bir zemin hazırlamak düşüncesi önemlidir. Sendikalar yeni roller edinmek durumundadırlar. Biz, varlık nedenimiz olarak artık militanlığımıza değil, yeni iş alanları bulabilmeye, yeni programlar başlatmaya, kapasitelerimizi artırmaya ve çok uluslu şirketlerde, yerel yönetimlerde temsil edilmeye çalışarak karar verme mekanizmalarında söz sahibi olmak zorundayız. Geçen zamanların sadece çatışmacı endüstriyel ilişkilerini terketmemiz gerekiyor.” Kore Sendikaları için önemli olan bu tesbitler, küresel dünyanın üzerimize doğru gelen fırtınalarına karşı duvar örme yerine yelkenlerle yön belirlememizi ihtar etmiyor mu?
Sivil toplum örgütlenmelerinin en dinamik, en etkin ve mesafe almaya müsait yapılanması olan sendikal konum ve örgütlenmede nasıl bir duruş sergilenmesi gerektiğine ilişkin geniş zamanlı bir soruya; düşünceler, ilkeler, ölçüler, değerler ancak onların pratiğe yansıyabilmesiyle kaimdir. Test edilemeyen ölçüler ve ilkelerin geçerliliği yoktur, şeklinde cevap vermek ve bu cevabı mücadelemizin her alanına yaymak zorundayız.
Sivil toplum ve sendikal mücadelede doğru bir duruş; sürekli sorun üreten değil sürekli sorumluluk üreten yapılarla mümkündür. Sorunların sorumlulara muhatap olduğu, örtüştüğü bir çevrim, çözümlerin de o oranda belirginleştiği bir zemin oluşturacaktır.
İthal kurumları ve kavramları bile yerli hale getirecek bir muhtevaya (mücadeleye, çizgiye, birikime, vs.) sahip olmak, sivil toplum örgütlerinin duruşunu da tahkim edecektir.
Meşruiyet, yani geçerli olma, toplumsal kabul görme; nerede durulduğu’nun, duruş yerinin doğru olması’yla kaimdir !
Her adımda sorulması gereken soru şu olmalı: Duruş yerimiz doğru mu?