13. Yoksullarla Dayanışma Haftası” etkinlikleri çerçevesinde düzenlenen “Yoksullukla Mücadelede İş ve İstihdamın Önemi” seminerinde Hak-İş Konfederasyonu Genel Başkan Yardımcısı ve Hizmet-İş Sendikası Genel Başkanı Mahmut ARSLAN’ın yaptığı konuşma
Sayın Başkan,
Sayın Konuklar,
Büyüme, işsizlik ve yoksulluk üzerine konuşacağım. Konuşmama başlarken hepinize saygılar sunuyorum. Umuyorum ki, bu konuşmayı dinlemek için ayırdığınız zamanı iyi kullanmanızı sağlarım.
Büyüme, işsizlik ve yoksulluk ilişkisi iktisatçılar arasında 50 senedir yoğun tartışmalara sebep olan bir konu. Fakat biz burada akademik tartışmalara girmeyeceğiz. İşin özü şu: Bir ülkenin zenginleşmesi manasına gelen büyüme ile işsizliğin azalması arasında, yüksek bir ilişki vardır. Eğer ülke ekonomisi büyüyor ise, istihdam da artıyor, işsizlik azalıyor demektir. Büyüyen, işsizliği azalan bir ülkede ücretler de yükselir, çalışanların durumu iyileşir. Bugüne kadar, bilinen ve uygulamada da ortaya çıkan gelişme böyle idi.
Fakat 90’lı yıllarda işin şekli değişti. Özellikle zengin ülkelerde, bakıyorsunuz, ekonomi büyüyor, fakat işsizlik azalmayabiliyor. Sadece zengin ülkelerde değil, mesela Türkiye’de de durum böyle; Türkiye’de 2002’den itibaren hızlı bir büyüme yaşanıyor, ama işsizlik %10’un altına bir türlü düşmüyor.
BÜYÜME-İŞSİZLİK İLİŞKİSİ GEVŞEDİ
“Bu neden böyle oluyor?” diye sorduğumuz zaman, ülkelerin kendilerine mahsus şartları karşımıza çıkabiliyor. Mesela Türkiye’de firmalar, sermaye yapılarını güçlendirmeye, kurulu kapasitelerini kullanmaya, ekipmanlarını yenilemeye çalıştıkları için, yani bir tür nekahet dönemi yaşadıkları için işçi sayılarını artırmıyorlar diye düşünebiliriz. Başka ülkelerin de kendilerine mahsus belirleyici durumları olabilir. Ancak, genel olarak baktığımızda, bütün dünyada büyümenin hızlanması ile işsizliğin ve yoksulluğun azalması arasındaki pozitif ilişkinin artık gevşediğini görüyoruz.
Çünkü neo-liberalizm denilen, sermayenin acımasız üstünlüğüne dayalı teori, 90’lı yıllardan beri egemenliğini gitgide pekiştirmektedir. Dünya ekonomisinin egemen güçleri, 19.yy vahşi kapitalizmini allayıp pullayıp yeniden insanlığın önüne koymuşlardır. Kavramsal düzeyde işçi-işveren veya emek-sermaye ilişkileri iyileşiyor, derinlik kazanıyor gibi görünüyor. Mesela son 15-20 yıldır sosyal ortaklık kavramı geliştirildi. Emekçiler ve sermaye sahipleri, birbirlerini, sadece sosyal taraf olarak kabul etmiyorlar; aynı zamanda, birbirlerini benimsiyor, bir ortak amaç için işbirliği içerisinde olmak istiyorlar. Lafa geldi mi bu böyle. Hatta yasal düzenlemeler sözkonusu olduğunda da bu böyle. Mesela, Avrupa Birliği’nde işçi ve işveren kesimlerinin üzerinde mutabakata vardıkları konular yasal düzenleme haline getiriliyor. Ama, aynı zamanda, Avrupa Birliği’nde işçi hakları geri gidiyor. Sendikal örgütlenme imkanları kısıtlanıyor, emeklilik hakları kısıtlanıyor, işsizlik tazminatı kısıtlanıyor, çalışma süreleri uzatılıyor, geçici işçilik yaygınlaşıyor, ücretler düşüyor. 50’li yaşlara gelmiş, yeni bir iş bulma imkanı son derece azalmış, emeklilik düşleri kurmaya başlamış bir işçi, hayatının en güzel yıllarını verdiği firmasının işçi çıkarma planı içerisinde yer aldığını görebiliyor; yahut, “ya ücretlerinizin azaltılmasını kabul edin, ya da işten çıkaracağız” tehdidi ile karşılaşabiliyor. Dünyanın en büyük firmaları bunu yapıyor. En son örneğini de General Motor verdi. İşçilerine ücret indirme teklifinde bulundu.
DÜNYA AŞIRILIĞA SÜRÜKLENİYOR
Küreselleşme çok adaletsiz bir doğrultuya sahip. Zengin ülkelerle yoksul ülkeler arasındaki uçurum büyüyor. Bir ülkenin zenginleri ile yoksulları arasındaki uçurum büyüyor. İşçilerle sermaye sahipleri arasındaki uçurum büyüyor. Sermaye piyasaları bütünleşti, çokuluslu firmalar birleşiyor, bunların hareket alanları genişliyor, yatırım göçü dediğimiz olaylar yaygınlaşıyor. Artık patronlar işçilerle uzlaşma mecburiyetini pek hissetmiyorlar. Grevden korkmuyorlar. Bir ülkedeki grevi başka bir ülkedeki üretimleri ile aşabiliyorlar. Yatırım göçü yapmakla tehdit edip işçilerin direnme gücünü kırmaya kalkıyorlar. Doğrudan doğruya işçilerine, “rekabet gücümüzü arttırmamız gerekiyor. Ya ücretlerinizi düşüreceğiz, ya da bu ülkedeki faaliyetlerimize son verir, başka bir ülkeye göçeriz” diyebiliyorlar. İşçilerle işsizler arasındaki rekabet, bir ülke sınırları içerisinde geçerli olmaktan çıktı, küresel bir nitelik aldı. Mesela Hindistan’a göçen bir turizm pazarlama firması, orada sömüreceği emeğe bir istihdam yaratıyor, ama bunu önceki işçilerini işsiz bırakarak yapıyor. Dolayısıyla, küresel düzeyde, emek sömürüsü yoğunlaşıyor, yaygınlaşıyor, emek gelirleri azalıyor, işçilerin refah düzeyleri düşüyor. Yani, 2. Dünya Savaşından sonra kurulan o sosyal refah ilişkisi kurulamıyor. Ekonomi büyüyor, verimlilik artıyor, ama işsizlik azalmayabiliyor, işsizlik azalsa bile yoksulluk azalmıyor, çünkü küresel rekabet emek üzerinden yürütülüyor, işçi ücretleri azaltılıyor.
İşgücü piyasalarındaki koruyucu kamu müdahaleleri kurumsal düzenleme ve “reform!” adı altında ortadan kaldırılıyor. Bu reformların arkasında IMF var, Dünya Bankası var. Bu “şeytani ikizler”, Avrupa Birliği ve Japonya’ya, Amerika ile rekabet edebilme ve potansiyel büyüme sınırlarını geliştirme adına reform yapmayı öneriyorlar. Önerdikleri reformun ana unsuru ise işgücü piyasalarındaki korumaların kaldırılmasıdır.
Dünya, söylediğim çerçevede ve nitelikte bir aşırılığa sürükleniyor. Yeniden bir aşırılığa doğru sürükleniyor. 19.yy boyunca ve 20 yy’ın ilk 10 yıllarında yaşanan emek sömürüsü yeniden hortladı. Açık Türkçesi bu.
İŞSİZLER İLE İŞÇİLERİ KARŞI KARŞIYA GETİRMEK YANLIŞ, TEHLİKELİ
Bu olgunun Türkiye’ye yansımaları maalesef kötü. Akaryakıt istasyonlarındaki pompacılar, çok yıldızlı otellerdeki alt düzey personel, taşeron firmaların sokaktaki temizlik işçileri, özel sağlık kuruluşlarındaki hemşireler, dersanelerdeki eğitim yardımcıları, mağazalardaki tezgahtarlar ….ya kayıt dışı çalışıyorlar ya da asgari ücretle çalışıyorlar. Bu ücretlerin, görünüşte çok masum bir gerekçesi de var: “Sokaklar işsizlerle dolu!” Biz bu gerekçeyi 150 yıldır biliyoruz. İşçilerle işsizleri rakip konuma koyup düşük ücreti kabul edilebilir hale getirme taktiği. Bu taktik yanlış. Geçmişte bu taktik derin siyasal, sosyal ve ekonomik krizler yarattı. Sokaktaki işsizlerin işsiz olmalarından sorumlu olanlar, onlara iş bulmak sorumluluğu altında olanlar, hesap verecekleri yerde, işsizliği düşük ücretin bahanesi haline getiriyorlar. Üretim ilişkilerini geliştirmek ve verimliliği arttırmak önce hükümetin görevidir, önce patronların görevidir. AR-GE’ye 5 kuruş ayırmayan patron “kazanamıyorum” bahanesi ile işçisini eziyor. İşi iyi gitmeyen patron işçi çıkarmayı akıllı bir tedbir sanıyor.
Maalesef ülkemizde verimlilik kültürü yaratılamadı, sermayeyi iyi kullanma gereği hala idrak edilmiş değil. İşverenlerin çoğu firmalarını elyordamı yöntemlerle yönetiyorlar. Çünkü onları verimli çalışmaya zorlayan yasal ve kültürel ortam yok. 30 yıldan fazla yüksek enflasyon ortamında yaşadık. Enflasyon verimliliği düşük firmaların da piyasada kalmalarını kolaylaştırıyor. Kayıtdışılık gitgide arttı. Kötü çalışan firmalar rekabet altında ezilmediler. Dış dünya ile rekabetimiz de yeterince terbiye edici olmadı. O alanda da hayali ihracat yolsuzlukları, yüksek teşvikler, basiretsiz dış ticaret politikaları iş dünyasını yüksek verimlilik çabasına yöneltmedi. Verim düşük, işsizlik ve kayıtdışılık yüksek, sendikal örgütlenme yetersiz… bu şartlarda ekonomik büyüme istihdam yaratmıyor, iş bulanlar yoksulluktan kurtulmuyor. Büyüme, istihdam ve sosyal refah arasındaki o büyülü ilişki kurulamıyor. Şu an Türkiye’nin manzarası böyle.
Özelleştirme ve taşeronlaştırma bu manzarayı daha da kötüleştiriyor. Sosyal politikası belirlenmeyen özelleştirmeler, işçilerin ya işini kaybetmesine yahut da kaybetme tehdidi altında kalmasına yol açıyor. Taşeronlaştırmalar daha da kötü. Kayıtdışılığı kolaylaştırıyor, hizmet kalitesini düşürüyor, emek sömürüsünü yoğunlaştırıyor. Özelleştirme politikaları, en azından 20 senedir, siyasi iktidarların ortak tercihi olduğu için, ücretlerin düşmesi yönünde kuvvetli bir etkide bulunuyor.
Bir felaket tellalı gibi konuşmak istemem. Şu an Türkiye’de asgari ücretle çalışanlar, kalkınma düzeyi bize yakın ülkelerdeki benzerlerinden daha iyi maaş alıyorlar. Mesela Çek, Polonyalı, Macar işçilerden daha yüksek ücret alıyorlar. 4 kişilik bir asgari ücretli ailesinin geliri uluslararası yoksulluk sınırının üstünde bulunuyor. Rakamları, Türkiye’nin imkanlarından ve başka ülkelerdeki gelişmelerden bağımsız olarak değerlendirdiğimiz zaman, hiç de kötü durumda olmadığımızı düşünebiliriz. Bu doğru. Ama, Türkiye, imkanları geniş bir ülke. Bu imkanlar daha iyi kullanılsa daha iyi bir refah düzeyini pekala yakalayabiliriz. İşsizimiz daha az olur, ücretlerimiz daha yüksek olur, ülkemiz daha istikrarlı büyür; gerçekten zenginlik yaratarak büyür.
SOKAĞA YANSIMAYAN BÜYÜME SÜRECİ
Bakınız, 2002’den itibaren hızlı sayılabilecek bir büyüme trendine girdik. Fakat yaygın bir şikayet var: “Büyüme sokağa yansımıyor” deniyor. Büyümenin sokağa yansımamasının izlenen enflasyon düşürücü politikalarla ilgisi var. Enflasyon kontrol altına alınırken büyümeyi sokağa yansıtmakta zorluk vardır. Ama, bize göre, büyümenin sokağa yansımamasının çok önemli bir sebebi daha vardır; o da büyümenin gerçekten zenginlik ve istihdam yaratacak nitelikte olmamasıdır. Türkiye zenginlik ve istihdam yaratacak nitelikte büyümüyor. Düşük döviz kuru yüzünden ucuz ara malları ithalatımız aşırı biçimde artıyor, ekonomimiz adeta şişiyor, döviz harcamalarımız döviz gelirlerimizin çok önünde gidiyor, dış borcumuz artıyor…kağıt üstünde, hesabi olarak büyüyoruz. Aslında, bizim rakamlarımızın büyümesi bize ara malı satan ülkelerin işine yarıyor. O ülkelerin işsizleri iş buluyor. Biz, kar oranını düşünmeden fiyatlarını düşürüp çok sattığı halde karı azalan basiretsiz tüccar gibiyiz. Görünüşe göre hızla büyüyoruz, fakat işsizimiz azalmıyor, ücretler geri geri gidiyor. Son 3 senede imalat sanayiinde reel ücretler %30’dan fazla düştü. Bu hesaba verimlilik artışının etkisi de dahildir.
Bir yandan büyürken, diğer yandan işsizliği ve yoksulluğu azaltmak için bu politika yanlışını düzeltmek gerekiyor. Dahası, mesleki eğitimi geliştirmek gerekiyor. Dünya hızla değişiyor. Her gün teknolojide bir şeyler değişiyor. Bu değişime uyamayanlar ya teknolojik işsizlik denilen işsizliğe maruz kalıyorlar, işbilmezlik işsizliğine maruz kalıyorlar; ya da eksik istihdam denilen şartlarda çalışıyorlar. Yani, pek iyi bilmediği ve kendisi için pek uygun da görmediği işlerde çalışmak zorunda kalıyorlar. Verimlilik düşük kalıyor, ücretler düşük oluyor; büyüme, istihdam, refah ilişkisi kurulamıyor.
Çevre mühendisi, harita mühendisi, veteriner, işletmeci, iktisatçı, sosyolog, sanat tarihçi gibi çok sayıda iyi eğitim almış insan, ya işsiz kalıyorlar, yahut meslekleri ile hiç alakası olmayan işlerde çalışıyorlar. Bu, ülke için büyük bir kayıptır. İşsizlik ve eksik istihdam telafi edilemeyecek verim ve zenginlik kayıplarına yol açar. Dün çalışmadıysak dünü geri getiremeyiz, dün verimli çalışmadıysak dünü geri getiremeyiz. Bu itibarla, büyüme, istihdam ve refah ilişkisini iyi kurmak için iyi bir eğitim planlamasına ihtiyaç vardır. Türkiye bu konuda, maalesef, hala kurumsal didişme içerisindedir. Basit bir misal didişmenin ideolojik yönünü ortaya koymaya yeter: Türkiye’de hemen hemen bütün üniversitelerde iktisadi idari bilimler fakültesi var; hatta bazılarında 2-3 tane var. Bu fakültelerdeki öğrenciler dünyanın iktisatçı, işletmeci, kamu yönetimcisi, muhasebeci, uluslararası ilişkiler uzmanı ihtiyacını karşılamaya yeter. Okulu bitiriyorlar, çoğu işsiz kalıyor, meslekleri ile ilgisiz işlerde çalışmak zorunda kalıyorlar. Kimse bu fakültelerin niye açıldığını, buralara niye öğrenci alındığını sormuyor. Ama sıra ilahiyat fakültelerine geldi mi, “vay efendim bu kadar ilahiyatçıya ihtiyaç yok” diye mevcut fakülteler kapalı tutuluyor, öğrenci kontenjanı verilmiyor. Çünkü Türkiye bilimsel kriterlerden hareketle henüz bir eğitim planlaması yapmış değil.
KAYNAKLARIMIZI HEBA EDİYORUZ
Eğitim planlaması olmayan bir ülke, eğittiği evlatlarını heba eder, eğitime ayırdığı kaynaklarını heba eder, potansiyel zenginliklerini heba eder. Biz işte bu durumdayız. Maalesef bu durumdayız. Böyle olduğu için, büyüme, istihdam ve refah ilişkisi iyi kurulamıyor. Büyüyoruz, ama işsizlik azalmıyor, büyüyoruz ama ücretler reel olarak azalıyor. Burada sıkıntı var, yanlış var.
Maalesef özürlülerimizin rehabilitasyonu, erken emeklilere yeni beceriler kazandırma, genç girişimcileri teşvik gibi politikaların adını yeni yeni telaffuz ediyoruz. Bu alanlarda ekonomimizi güçlendirecek yaygın uygulamalara sahip değiliz. Bunlar da büyüme, istihdam ve refah arasındaki ilişkinin zayıf kalmasına yol açıyor.
Daha güçlü, kültürel değerlerine daha bağlı ve daha huzurlu bir Türkiye hepimizin hırslandığımız hedefimiz olmalıdır. Oradan daha iyi bir dünyaya geçmek için çalışmalıyız. Dünya kapkara zulüm dalgalarına doğru savruluyor. Zenginlerle yoksullar arasındaki ortalama yaşam süresi gittikçe açılıyor. 1.15 milyar insan mutlak açlık sınırının altında. 900 milyon Afrikalıdan 320 milyonu mutlak açlık sınırının altında. 25 yaşın altında 550 milyon Afrikalı eğitim bekliyor, iş bekliyor. Bunlara eğitim ve iş sağlamak için yılda 150 milyar dolar harcamak gerekiyor. Küresel patronlar ise kanını sömürdükleri yoksullara sadece İncil dağıtıyor ve masal anlatıyorlar. 2025 yılına kadar 100 milyon Afrikalının zengin ülkelere göç edeceğini hesaplayarak, onları ülkelerinde tutacak masallar uydurmaya çalışıyorlar. “Biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar” özdeyişi gerçekleşme aşamasında. Dünya İslam’a muhtaç, İslam’ın adaletine ve şefkatine muhtaç. Yoyav Vakfı’ndaki arkadaşlarımız bu şefkati bir nebze de olsa temsil etmeye çalışıyor. Kendilerini tebrik ediyorum.
Beni dinlediğiniz için teşekkür ediyorum.